13 Haziran 2020 Cumartesi

SON ZAMANLARDA


Yazmanın bana iyi geldiğini yeni keşfettim. Bu keşifler daha ne kadar sürecek bilemiyorum. Otuz yedi yaşımın sene devriyesine çok az bir zaman kala bana otuz sonrasının çok daha iyi geçtiğini kim söylemişti hatırlayamıyorum.
 O kadar çok özlüyorum ki yirmileri ve bu günlerin geri gelmesini imkansız olduğunu gördükçe kırılıyorum. Bir dalım kırılmış bir ağaç gibi hissediyorum. Daha farklı olabilirdi diye geçiriyorum içimden.
Geriye dönmek mümkün değil, peki ya ileriye gitmek nasıl mümkün?
İçimden geçen cümleler yukarıda , gerçeği yaşamak içimdekilerle kahrolmak gibi hissediyorum.hergününümü birbibirnden farklı geçiremediğim  günlerin ardında kendimi keşfetmeye daha ne kadar devam edeceğimi merak ediyorum.
Kendime son zamanlarda psikolojik bir rahatsızlığım olduğu konusunda kesinleşmiş cümleler kuruyorum. Ne kadarda bir şey yapıyorum diyerek kendimi pohpohlamışım. Yılın serin aylarında öyle hareketli ve bereketli zamanlarım oluyor ki, havaların ısınmasıyla bütün enerjim bitiyor.
Sanki kurumaya yüz tutuyorum. Her şeyin bittiğini ve bir daha hiç başlamayacağını düşünüyorum. Bu yüzden tüm hayattan elimi eteğimi çekiyorum.
Sabahları kalktığımda ilk olarak kadın olmaktan nefret eder halde buluyorum kendimi, kahvaltı masasını hazırlamaktan, evdeki dağınıklığın sorumlusu olmaktan ve yataktan zorunluluk hali ile kalkmış olmaktan nefret ediyorum. Ardından başlıyor iç sesim, bu dünyaya neden geldiğimi sorguluyor. Benden başka herkesin ne kadar mutlu olduğuna ve benim mutlu olmak için hiçbir şey yapmadığıma kadar ilerliyor.
Kahvaltıda hiçbir şey yemeden kalkmak çözüm olmuyor. Evdeki ahalinin akşama ne yiyeceği düşüncesi beni sarıyor. Eğer bunu düşünmezsem uyumak istiyorum. Kafamda oturttuğum ve gece sürekli yapmayı planladığım ya da sıraya dizip, not aldığım hiçbir şeyi yapmıyorum.
Yazmayı, okumayı ve toz almayı istemiyorum. Ama istemediğim için kendimi suçlu istiyorum. Yaşadığım hayatı sorgularken sorgulamamın yanlış olduğunu ve daha iyisi için hareket etmeyeceksem ya da hareket etme isteğim olmadıkça anlamlı bulmuyorum.
Yaptığım hiçbir şeyi bir anlama sığdıramıyorum ve saçmalıyorum. Öleceğim günü iple çeken bir hastaymışım gibi acıyla bakıyorum bedenime. Akşama kadar sürüyor bu düşman ile yaşamam ardından herkes bedenini uykuya teslim ettiğinde ben yine ertesi günün planını yaparken yakalıyorum kendimi.

1 Nisan 2020 Çarşamba

KORONO


Ne yazacağımı bilmiyorum. Sanki beynim uyuşmuş gibi… Ülke bir hapishaneye döndü, herkes şaşkın ve herkes korku içerisinde! Dünyanın ne hale geleceği ve benim ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yok!
Bundan ötesi başımıza bir şey gelirse korkusuyla yaşıyoruz. Ya hastanelik bir durum olursa? Çocuklar hastalanırsa, Cemo’nun astım, hastalık tetiklenirse? Sürekli uyku halindeyim, zihnim dağınık. Okuyorum ama anlamakta güçlük çekiyorum.
Bu yüzden ne okumak, ne yemek yapmak ne de kimseyi görmek istiyorum. İçtiğim kahvenin tadı yok, yemeğin tadı da öyle…
Cemo evde, AVM ler kapandı, bir gün arayla işe gidiyordu. Şimdilerde ise artık sürekli evde, sabah uyanmamızın bir anlamı yok. Gece geç yatıp, sabah geç kalkıyoruz. Günler birbiri ardına, benim için aynı geçiyor. Sürekli kendimi sorguluyorum. Anne olarak ne kadar güçsüzüm diye durmadan kendimi sorguluyorum.
Şu an ne olduğunun farkında değiliz ama bunun sonsuzluğa doğru ilerleyen bir kargaşa olduğunu görmemek mümkün değil.
Çalışan evine ekmek götürmek zorunda olan olmayan herkesin iş kaybı yaşam mücadelesi bizden daha zor olduğunu düşündüğü insanlar için endişeliyim.
Ailem uzakta, başımıza bir şey gelse, başlarına bir şey gelse ne yapacağımız konusunda hiçbir fikrim yok! Birçok insanında böyle düşündüğünü hissetmek, kötü bir durum…
Yaşadığım şey; bu hastalık mıydı? Sürekli bunu sorguluyorum. Bir daha olmayacağı ve bundan daha kötü olamayacağım kim bilebilir? O dönemde bile sistem içerisinde tıkanıp kalmıştım. Şimdi nasıl olacağını kim bilebilir?
İnsanlar yardım yarışında değil de kendilerini gösterme sevdasına düşmüşler. Ne yaptığınız önemli ama bence şu halde kimin yaptığı zerre kadar umurumda değil. Nasıl pay çıkartırım değil, basıl yardımcı olabilirim, neler yapabilirim konusunda insanı duyguları, kişilik ve siyaset  promosyonunun önüne geçmeyen insanlara, millet olarak daha çok ihtiyacımız var
Hala yasadığım halsizliğin ve şiddetli öksürüğün tekrarlamasından ve daha şiddetle geri dönmesinden korkuyorum.
 Yazdıklarım korkularımdan daha öteye geçemeyecek, bu dönemde yaşadıklarımı  ifade edebileceğim farklı bir ruh hali  yaşayacağımı düşünmüyorum. teşekkürler…

25 Mart 2020 Çarşamba

KORONA GÜNLÜKLERİ


En son evlenmeden önceki son dönemeçdekalmışım. Dünya bu halde iken bunları yazmamı bekleyen okuyucularım var mı? Bunu bilmem mümkün değil! Sihirli halka yazısı ile bitirmişim ama ondan öncesine dönmek istiyorum.
18 Şubat tarihli yazımı bu yazımdan önce paylaşarak bir hatırlatma yapacağım. Gündem Covid – 19 virüsü olduğuna göre bende yaşadıklarımı anlatsam daha iyi olacak.
 Son yazımda; grip olduğumdan, uçukların yüzümün alt kısmını ele geçirdiğinden ve altıma kaçırana kadar öksürdüğümden bahsetmişim, aslında çok hafife almışım.
Önceleri site ile ilgili bir toplantı düzenlediğim için çok yorucu bir süreç geçiriyordum. Bu yüzden yorulduğumu ve direncimin düştüğü için rahatsızlandığımı ve içtiğimin sigaranın beni bu hale getirdiğini düşünüyordum. Ama şimdi bunları yazarken bile çok basit bir şey geçirmediğimi düşünüyorum.
Toplantı öncesi ciddi anlamda halsizlik ve öksürük ile başlayan bir süreçti. Önce halsizleşip öksürmeye başladım. Künt bir öksürüktü. Dikkatimi toplayamıyor hiçbir şey yapamıyordum. Multivitamin alarak bunu atlatmaya çalıştım. Bu arada, burnum tıkalı ve nefes almakta zorlanıyordum. uçuklarım için bir krem aldım. Toplantıyı yaptım, Çanakkale yolculuğu sırası gelmişti. Ailevi bir sebepten dolayı memlekete gidip bir hafta kalacaktım.
Uçuklarım gitmiş, halsizliğim azalmış, öksürüğüm kesilmemişti. Memlekete gittiğimde, öksürüğüm devam ediyordu. Hala nikotine bağlıyordum. Oradaki işlerimi hallederken halsizliğim hala devam ediyordu. Ama idare ediyordum. Hatta memlekete gitmeden önce kitap kulübü toplantısına da katılmıştım.
Köyde kaldığım süre zarfında geceleri nefessiz kalıyor tıkanıyordum. Uykudan uyandıran bir nefes alma zorluğu yaşıyordum. Annem hem kızıyor hemde ‘Doktora gidelim.’ diyordu.’ istanbulda giderim.’ diyordum.
Bir gün daha erken dönüp kardeşimi çalıştığımız klinikte bir muayeneye götürme kararı aldım. Cuma gecesi dönecek Cumartesi kardeşimi doktora götürecek, o dönecek bende eski çalıştığım iş yerinde vakit geçirmiş olacaktım.
Her şey buraya kadar çok güzeldi. Öksürüğüm dışında! 29 Şubat cumartesi günü kardeşim muayene oldu, bende klinikteki arkadaşlarımı gördüm. Kardeşim bizi eve bıraktıktan sonra evine döndü. Çanakkale’den döndükten sonra benim halsizliğim artmıştı. İkinci çekirdeği kreşe bıraktıktan sonra evde yatıyor, evdeki işlerimi zorlukla hallediyor ve dikkatimi toplayamıyordum. Öksürük devam ediyordu.
 3 Şubatta kardeşim arayıp boğazının kötü olduğunu söyledi. Başladığı ilaç ile alakalı olabileceğini düşündüm. Ama dayanamadı bir doktora gitti. Boğaz enfeksiyonu dediler. İlaç başlandı. İki gün sonra daha kötüleşti, nefes alamıyorum diye arayınca ben korktum. Bir yandan onunla konuşuyordum ama bende kötüydüm. Halsizliğim artmış, öksürüğüm zorlamaya başlamıştı.
Çabuk yoruluyor. Yattığım yerden kalkınca ne zaman yattığımı nasıl uyduğumu bile hatırlamıyordum. Bilincim yerinde değildi, uyandığımda uyuyup dinlenmiş olamıyordum.
Bu arada kardeşimden korkmuştum. Hemen hastaneye gitmesini söyledim. Bende hastaneye gidiyordum. Ama ne yapacağımı bilmiyordum. Hastaneye maske ile gittim. Çünkü çok korkuyordum.
Doktor sıram geldiğinde öksürük ve halsizlik olduğunu söyledim. İlacımı yazıp, bir serum takıldı. Kardeşim ise bir göğüs hastalıkları uzmanı tarafından, gözetim altına hastaneye yatırılmıştı. Tabi teşhis yok, biz sadece şüpheleniyoruz!
Üç gün hastanede kaldı ama influenza ilacı verildi. Ve düzeldiğini söylüyordu. Ben ise serumdan sonra iyi olmak bir yana daha fenalaşmıştım ama doktorum gidebileceğimi söylemişti. Muayene sırasında sadece boğazıma bakmıştı.
İlaçlarımı kullanmaya başladım. Antibiyotik, burun spreyi ve boğaz spreyim vardı. İki gün kötü bir gün iyi oluyorsunuz. Ama ben bir türlü toparlayamadım. Ardından kardeşim influenza ilacı kullandı diye bir doktor tanıdığımıza sordum. Kullanmamı söyleyince hemen ilacı aldım.
Bu arada 15 Martta bir yakınımızın Nişantaşı’nda nişan töreni olacak ve katılmak için hazırlıklar yapıyoruz. Ama bir gün iyi isem 2. Gün yataktayım. İnfluenza ilacına başladıktan iki gün sora daha iyi hissetmeye başladım. En azından halsizliğim hafiflemişti.
10 Martta ilaca başladım. 13 Mart ‘a kadar iyiydim. Cemo da öksürmeye başladı. İşe gitmiyordu. Ona sende kullan diye ısrar ediyordum. (Bu yaptığımın doğru olmadığını biliyorum.)
13 Mart günü Cemo işe gidip kötü hissedince eve geldi. Bende o gün kendimi iyi hissediyordum biraz dışarıya çıktım, alışveriş yaptım.


22 Şubat 2020 Cumartesi

SİHİRLİ HALKA


Sihirli halkayı, parmağıma  taktıktan sonraki günlerde, üzerime bir hafiflik gelmişti. Aslında kimseye açıklama yapma gereği duymadığım, rahat edebildiğim için hafiflenmiştim. Sonraki günlerin, geçmesi ışık hızıyla eşdeğerdi.
Nişanlandığım akşam, herkes gittikten sonra, arkadaşlarımda mutfakta oturup saatlerce sohbet etmiştik. Fıstık, Kıvırcık ve Zeliş ile beraber masada yeni aldığım yeşil üstüne krem çiçekleri olan fincanlar ile kahve içip pişti oynuyorduk. Ve Zeliş ile Kıvırcığın üstüne attığımız duman kokusuyla keyf ediyorduk.Resmen kimsenin evinde tütün çekme rahatına eremiyorduk ve bunu kullandığı bilinen arkadaşların üzerine atartık.
O gece, geç saatlere kadar konuştuk. Nişanlanmamı kutluyorduk, sorunsuz geçmişti. Cemalin ailesi büyük bir nişan gibi düşünüp takı taktıkları için, babam kızmış, kendisi takamadığı için hayıflandığını söylemişti. Annem bunları bana söylediğinde, bir anlamı olmadığını kimsenin böyle olacağını bilmediğini söylemiştim. Bunu şimdi konuşmanın bir anlamı yoktu. Ama bunu söyleyince annem bozulmuştu. Bence babamın düşüncesi değil annemin pimpirikliliğiydi.
Muayenehanede çalışmaya devam ediyordum. Sanki bir huzur gelmiş ve önümdeki bütün kapılar açılmış gibi hissediyordum. Bunun sebebi, başı bağlı kızlara daha farklı bakmalarıydı. Düşünsenize başkalarına göre farklı yaşadığı ve hissettiği düşünülen  -Acaba hissettiklerimi hissediyorlar mıydı?- bir genç kız olarak, başı bağlıydım.
Oh be diyenler de vardı, art niyet arayanlarda! Bunların hepsiyle zamanla ve eksiksiz karşılaşacağımın farkında değildim. herşey yolunda gibi görünse de arka planda dedikodunun özü dönüyordu. Bunlara sebep olanlar ise en yakınlarımdı. Vurucu, zorlayıcı darbelerdi ama yılmadım. Benim daha çok gitmek için bir nedenim olmasından öteye geçemediler.
Cemalin ailesi altın inci işini konuşmak için geldiler. Ailem ne yaparsanız kendinize diyerek lafı genelledi, siz bilirsiniz diye de ekledi. Annesi ‘Diğer gelinime ne yaptıysam, ona da onu yaparım.’ diye ekledi. ‘Sen bilirsin’ dediler. Ama ben bu konuda anneyi değil Cemali muhatap alıyordum.
Aşağılık psikolojisine girmiştim. Bizim oralarda dirseğe kadar bilezik, göbeğe kadar altın olursa zenginle evlenirsen herkesin gözü kamaşır. Kimse gençlerin birbiriyle muhabbetine, yaşadıklarına ve yeteneklerine bakmaz.
Bu altın işi aslında bir nevi insanların çocuklarına desteği, elalem ne der psikolojisi olduğunu düşünüyorum. Kilosuyla altın ile evlenenlerin yaşadığı ailevi sıkıntılar ve iletişim sıkıntısından doğan kavgaların mahkemeyle biten evliliklere sebebiyet vermesi hiçte masum bir durum olmadığını gösteriyor.
İstiyordum ama insanlar beni zenginle evlendi gitti desinler diye istiyordum. Bu gerçek değildi. cemal zengin değildi. Dedem ve ninem öksüz bir çocuğa acımasızca davranmalarına hakkımızın olmadığını söylüyorlardı. Annem ve babamda hemfikirdi ama ben daha çok gösteriş kısmında meraklıydım!
Unuttuğum bir şey vardı ne kadar çok istersem evlendikten sonra onları ödeme yükü benim olacaktı.
Nişanlımı nasıl bulduğum ve evlendiğimle ilgili dedikodular, ne iş yaptığı ne kadar zengin olduğu ile ilgili söylentiler dönüp duruyordu. Benim ise;evlenmek zorunda kaldığım için evlendiğim.  Zorunda olmasam bu evliliği yapmayacağım. Nerede gezdiği belli olmayan bir kızın nereli olduğu belli olmayan bir genç ile evlenmesi gerektiğine karar verilmişti. Dedikodu meclislerinde akıl almayacak cümleler kullanılıyordu. Ne yazık ki insanlar kınadıklarını yaşamadan ölmeyeceklerinin farkında değillerdi, dillerine sahip olamıyorlardı.
Ben ise çok umutluydum. Haziran ayında, üniversite sınavına girecek, okula yerleşirsem, evliliği erteleyecek, hiç çıkar yol bulamazsam, İstanbul da alelade bir okul kazanıp okurum diye düşünüyordum.
Burada bunu yapmamın mümkünatı yoktu! Evlenince var mıydı?

20 Şubat 2020 Perşembe

RESMİ GÖRÜŞMEYE ADIM ATMA TÖRENİ


Aslına bakarsanız, yaşadıklarım çokta fena değilmi . Dünyada bunca acı yaşanırken ben ne yaşamışım ki? Kendi kendime sormadan edemiyorum…
Zamanın ilacı dedikleri bu olsa gerek! Yaşam, uğraşma, çaba gösterme ve dürüstlükten ayrılmama…
O muhteşem gün gelene kadar yaptıklarımızla ev bambaşka olmuştu. Gökyüzüne benzeyen tavanlarımız, pırıl pırıl bir mutfağımız olmuştu. Maviş ninem biz bütün evi baştan aşağı yenileyene kadar, bahçeyi en ince ayrıntısına kadar temizlemişti. Yirmi nisan günü aile arasında bir sözlenme olacaktı. Siyah kumaş pantolon, beyaz gömlek, kırmızı süveter almıştım.
Biz aile arasında bir söz demiştik. Cemo bey yüzük getirecek işte onun ailesi benim ailem sözlenecektik. Resmi görüşme için adım atma töreni diye düşünmüştüm.
Tabi her iki tarafta kalabalık benim ailem; o gün neredeyse otuz kişiydi. Onun ailesi ise 10 kişi falan gelmişti. Heyecanlıydım yemekler hazırlandı, planlar yapıldı. İsteme yapılacak sonrasında yüzük takılacaktı.
Erkekler, evin koltuk olmayan, kapıdan girdiğinde sağ tarafta duvar dibinde devasa vitrinli, bizim divanlı oda diye tabir ettiğimiz odada oturmuşlar, kadınlar iki çekyatlı salonda oturmuşlardı. Haremlik selamlık yapılmış. İstanbul misafirlerine önce masada yemek ikram edilmişti.
O güne dair, Cemo’nun eniştesinin bir anekdotu var. U şeklinde odada hazır yastıklara dayanıp bağdaş kurarak oturmuşlar. Babam bir tarafında – Allahtan gelmiş- dedem bir tarafında oturuyorlar. Sıra kız istemeye geliyor, enişte; Allahın emri, peygamberin kavliyle diye başlıyor, cümle bitiyor babamdan ses yok, sonra tekrar ediyor yine ses yok! Şaşırıyor, sonra dönüyor dedeme, tekrar ediyor cümleyi, hemen dedem,’ Hayırlısıyla olsun.’ diyor.
Enişte salona haber salıyor ve başlıyor bizim resmi görüşme için adım atma töreni…
Enişte meğerse herhalde adettendir büyüklerden isteniyor diyor. Ama babam duymamışta ondan cevap vermemiş. Tilkiler kuyruklarını kaybetmişse artık orasını bilemem! Şimdi alay eder benle ‘Dedenden aldık seni, adam öldü ki nasıl iade edelim? Geri dönmek yok ha!’ der. Muhatabın burada enişte yorma kendini derim bende!
O güne dair dedemle, annemle, ailemle tek kare fotoğrafım yok. Cemo ailesiyle çekilenlerin hepsi duruyor. Onlar kendi fotoğraf makineleriyle bizde kendi makinemizle fotoğraf çektik. O zamanlar çekip bakamıyorsun. Poz sayın bitince gidip fotoğrafçıya fotoğrafları yıkatıyorsun. Yani ne çıkarsa bahtına!
Benim bahtım ne karaymış, bütün filmler yandı, çıkan tek tük fotoğraf ise karanlık! Işığı arkana alırsan olacağı budur!
Kim vardı kim yoktu hatırlayamıyorum, ama anneannemin olmadığı aklımda ama neden yoktu diye bir türlü bir sebep bulamadım.
Kesinlikle kimse İstanbuldan biriyle evlenmemi istemiyordu. Fakat bu kız başımıza bela olacak gitsin adamı uğraşsın diyende çoktu. Aslında istanbula gitmem gözlerini korkutuyordu. Acaba içlerinden ‘İstanbul’u yakar bu kız, başımıza iç açar mı?’ diyorlardı.
Kocaman bir nişan töreni oldu. Ben ilkokul talebesi gibi ortalıkta dolaşırken, yüzük tepsisini taşıyan akrabamız ve arkadaşım, gelin gibi süzülüyordu. Acayip şıktı ve alımlıydı. Ben yanda örülmüş, altına atılmış saçlar ve üniformamla bir öğrenci gibi yüzüğü parmağıma takıyordum.
2o Nisan 2003 tarihinde resmen nişanlandım. Evlilik daha çok erkendi. Üniversite okuyacaktım. Gerekirse üniversiteyi; İstanbul da evlenerek okuyacaktım. Ama öncelik okuldu ve bu sadece Cemo ile rahat görüşebilmemiz adına; adı konulmuş bir ilişkiydi…

18 Şubat 2020 Salı

NE İSTERSİNİZ ?


Daha önce, yazmadan çok yoğun duygusal anlar yaşar ve yaşadığım olaylara yoğunlaşırdım. O günleri tıpkı yeniden yaşıyormuş gibi zihnimde canlandırır ve hikâyeme uygun kelimeler seçerdim. Zihnimin çöplüğünde ya da sözlüğünde bulunan en uygun kelimelerle kendime bir cümle kurar ve bu cümlenin üzerine yazımı yazardım.
Şimdilerde ise o anı hatırlamak beni duygusal açıdan yormuyor, bunun yanında ise yazma eylemi fiziki açıdan yorucu olmayan bir gereklilik gibi geliyor. Dikkatimi toplayabildiğim ve fırsat bulup canımın istediği her an yazabiliyorum.
Artık yazdıklarımın saçmalığı değil, gerçekliğini, insanlara ‘Sen yalnız değilsin.’ diyebilmek için yazıyorum. Mutsuz muyum? Hayır ama çelişkilerle birlikte tanımayan ama beni araştıran insanların okuyor olabilme ihtimali bazen yüz kızartıcı hissettirebiliyor.
Hala, ‘Yazıyorum.’ derken çekiniyorum. ‘Evdeyim işte! Yıllarca yapmak istediğim mesleği yapıyorum.’ deyip aradan sıyrılıyorum. Ama yaptıklarımı anlayacak birini bulduğum zaman, yakasını bırakmıyorum.
Son zamanlarda konuşacak o kadar çok şey yapıyorum ki; anlatacak ve anlayacak inan konusunda sıkıntı yaşamaya başladığımı fark ettim.
Vazgeçtim. Anlatmak artık yorucu geliyor. İnsanlara ne yaptığını anlatmak yorulmaktan daha öteye geçmiyor. Zihinlerindeki boşluk gözlerine yansıyınca;  herhalde beynimdeki nöronlarımla snapslar ilişkilerini kesiyordur.
Ama yazınca belki ilişkileri yeniden başlayabilir! Peki, neler oluyor? Bunları biraz zihnimin odalarına yerleştirmek adına yazayım.
Öncelikle yılın başında bir tiyatro oyunu yazma yarışmasına katıldım. Kadın teması üzerine yapılan yarışmaya annemi olmasını istediğim kadın gibi yazdım. Umarım muvaffak olurum. Olmasam da bunu başarmış olmam ve kendi hemcinslerimden bu konuda destek görmüş olmam bana yetiyor.
Köydeki hayatımızı ve babamın durumlarını bir standarda bağlama ve geleceği güvence altına almak için kardeşlerim arasında bir adım attık. Beni en mutlu eden şey bu oldu. Onlara bu dünya uğruna kaybedebileceğim hiçbir şey olmadığını anlatabildiğim ve onlarla olan bağlarımın tüm somut kavramların önünde olduğunu söyleyebildiğim için çok mutluyum.
Oturduğum sitede bir sivil insiyatif, komşuluk değerleri, insani ilişkiler ve yaşam değerleri üzerine bir toplantı düzenledim. Aslında yapılan aidat zamları sonrası hareketlenen sakinlerin haklarını isterken etkin bir iletişim dili kullanmaları, sadece maddi kısmı ile değil diğer kısımları ile de ilgilenmeleri konusunda onları bilgilendirmeye çalıştım.
Tek sıkıntım adam gibi bir konferans salonu bulmaktı. Malesef bizim köyde olsa en kötü okulda ya da kahvede toplanırsın ama emniyet, kaymakamlık,  muhtarlık, ilçe milli eğitim okul müdürü derken toplantı güvenlik sebebiyle, okul konferans salonunda  yapılamadı.
Saati elli lira ve içecekler ekstra olarak bir kafenin bahçe kısmını kapattım. İnsanlara sadece yol gösterecek, bilgi ve deneyim sahibi insanların etkin bir şekilde anlatmalarını sağladım. Toplantı çok güzel geçti. Hiç sorun yoktu. Fevkalade insanlar ile tanıştım.
Ama ‘Hem muhalifsin hem sivil insiyatif diyorsun, işin Silivri de bitmesin!’ diye dalga geçenler bile oldu. Güldüm geçtim.
İkinci çekirdeğim kreşe başladı. İçimde bir boşluk ki sormayın. Dikiş mi diksem, yazımı yazsam, evimi temizlesem, yemek mi yapsam bilemiyorum. Bugün kalktım işkembe yaptım. Durum vahim!
Kendime mektup arkadaşı buldum. Başlangıç aşamasında olsam da devam edeceğini umduğum ve bana uzun süredir dolma kalemi elime almadığımı hatırlatan alelade yazabileceğim bir arkadaş, başlangıç motive etti cevap gelirse daha iyi olacak.
Yaklaşık onbeş gündür ağır bir gribal enfeksiyon geçiriyorum. Burnum ve alt kısmı Herpesin işgalınden yeni kurtuldu, öksürük ise altıma kaçırana kadar devam ediyor.Tabi sarma nikotin epey ağır, yorum yok!
Eeee işte böyle, şimdi; ne istersiniz? Gelecek mi, yakın geçmiş mi, geçmiş gitmiş mi? Okudum anladım demekte yeter.

14 Şubat 2020 Cuma


DALLARIN KOKUYORSA ; KÖKÜN KOKUYORDUR, KÖKÜN KOKUYORSA DALLARIN KOKUYORDUR.’
Bu söz benim için yazılmış gibi… Soylu ve eğitimli kusursuz bir aileden gelmek en azından bizim gibi köylü kesimden mümkün değil. Soyluların zengin olduklarını ve iyi eğitim aldıklarını düşünürsek, köylü kesim ne kadar milletin efendisi diye adlandırılsa da insanların gözünde alelade bir kesim olarak kalmaya mahkûm!
Ben ve ailemde yıllarca babamın yaptıklarını taşıyacağız. Bunlar bizim karşımıza resmi kurumlarda muhakkak çıkacak ve çocuklarımız bunun yükünü her zaman hissedecekler.
Sadece babam değil, ben kendi gençlik hatalarımı da bu şekilde görüyorum. Bu utanmak değil,  gerçekleri görmek ve kabul etmek!
Kendimden ve ailemden utanıyor muyum? Asla!
Yaşadıklarımız ne kadar acı ve utanç verici olsa da ben bunda utanılacak bir şey göremiyorum. Kader dediğin bu değil. Yaşadığım kadarı böyle hissediyorum.
Bana verdiği öğütler ve öğretiler bana yeter. Bundan bir ders çıkarmak yerine bilincimi daha farklı bir şekilde geliştirmeyi çok isterdim. Bunun mümkün olmadığını görünce kabullenmek yerine elimdeki imkânlarla kendimi geliştirmek bana yetti.
Ne olursa olsun o benim babam! Bunu değiştirmem mümkün değil. Ve asla mümkün olmayacak. Yıllar geçse de, soyadım değişse de, bambaşka bir şehirde bambaşka bir hayat peşinde olsam da hiçbir şey değişmeyecek. En azından babam olduğu gerçeğini değiştirmem mümkün değil.
Yaşadıklarımın arkasında en çok beni yaralayan insanların düşünceleri ve eylemleri idi. Ve en yakınından gelen darbeler babamdan daha çok beni yaraladı.
O kişilik bozukluğu olan bir hastaydı ve maalesef annesi onun kıskanıldığını ve kötü niyetli insanlar tarafından, bozguna uğratılmak için efsunlandığını düşünüyordu.
Yıllar sonra babamın hastalığı meydana çıkmadan önce bunun bir huy olduğunu düşünmüş ve çıkmaz bir yolda hissetmiştik. Annem beni inanılmaz iftiralardan korkar bir şekilde aramıştı. Ona ne kadar kötü olursa olsun benim annem olduğunu, babam için yaptığımız şeylerin milyon katını yapsak ta hakkını ödeyemeyeceğimizi söylemiştim.
Büyük erkek kardeşim sayesinde onu doktora götürdük ve teşhis konulduğunda; artık yaşadıklarımızın bir ismi olduğunu düşünmeye başlamıştım.
Bu adam hastaydı ve bunu yapıyordu. Ailesinin tek hatası onu y kromozomu sayesinde şımartılmış bir çocuk olarak büyütmeleri ve ne yazık ki genlerini ona geçirmiş olmaları idi.
Bizim ise; sığındığımız bir liman inşa edilmişti.
Köklerimizin neden koktuğunu anlamıştık. Dallar olarak bunun sebebini bulmak ve düzeltmek için; çare olduğunu anlamak, en azından daha az hasar almak için bir yol bulmuş olmak, define bulan bir fakirden farksız değildi.


12 Şubat 2020 Çarşamba

DİRENME


İnsan; anne ve babasını, hayatından tamamen çıkartabilir mi? Yaşadığı kötü anıları unutabilir mi? En azından benim için unutmak pek mümkün görünmüyor. Lakin kabullenerek direnmeyi tercih edebilirsiniz. Yani ben bunu yapmışım yıllardır, şimdi öyle düşünüyorum.
Direnme kısmım sadece yaşadıklarımı hazmetme ve kabullenerek devam etmek onlara karşı değil! Tüm yaşadıklarımın içerisinde payı olan herkes için geçerli.
Üzerinden yıllar geçti. Yetişkin bir kadın, anne, eş oldum. Ailemiz genişledi. Tek temennim; bu yaşadıklarımı, diğer aile fertlerimin çocukları, kadınları kızları yaşamasın. Farkındalıklarını arttırıp, kelimelerin oluşturduğu cümlelerin dilden çıkınca ne kadar acı verdiğinin farkında olmaları…
İstemeye gelecekleri için, yıllar önce büyük erkek kardeşimin sünnet düğünün de düzenlenen ve tadilat yapılan evimizin, tekrar elden geçirilmesine karar verdik. Evimizin tavanında duvar kağıtları kaplıydı. O dönem her şeyin en kalitelisini düşünen babam, çok iyi bir yöntemle ve pahalı bir fiyata bu işlemi yaptırmıştı.
Yıllar içerisinde tavan akmış, yeryer kağıt çatlakları ve yırtıklar oluşmuştu. Yenilemek için, duvar kağıdı almamız ve yapmamız gerekiyordu. Lambalar berbat, mutfak dolapları eskimişti ama buna ayıracak paramız yoktu en azından tavanı düzenlesek ev daha düzgün görünebilirdi.
Büyük erkek kardeşimle ilçeye gittik, bulamadık. başka bir ilçede hem yapıştırıcı hem duvar kağıdı bulduk. Masmavi, bulutlara benzeyen bir dokusu olan bir kağıt beğendim. Uyandığımızda gökyüzüne bakar gibi hissedebilecektik.
Tüm evi sıra ile odalardan başlayarak hem boyadık hemde tavan kağıtlarını yeniledik. Bu konuda annem çok yardımcı idi. Erkek kardeşim, bir işi ve evi olduğu için il’e gitmişti. Tüm ev sırtımızda geçti. Duvarları badana yaptık. Her yeri düzenledik. Mutfağı daha iyi hale getirdik.
Elektrik prizleri berbat halde idi, tavan lambaları da öyle; annem babamı bunun yaptırması için sıkıştırdı. Çünkü elimizde malımız ineklerimiz olmasına rağmen babamın bu işi kendi başına yapması için kendi kardeşi dahil herkes baskı yapıyordu.
Babam tabiî ki bu işi halletti ama yaptırdığı işin parasını ödeyerek yapsaydı daha düzgün olabilirdi. eve bir televizyon dolabı ve sehpa takımı aldım. Çalışmam ve sabit gelirimin olması burada çok işime yaramıştı. Ayrıca ilçeye süt götürüyordum. Annem peynir yapıp pazarda satıyor, bahçede yetişenleri de satıyordu.
Evi daha iyi hale getirebilmiştik. Aslında o ev bizim yaşadıklarımızı yansıtıyordu. Bir insanın eviyle ve çocuklarıyla nasıl ilgilenmediğinin göstergesiydi. Tavan kağıtlarındaki yırtıklar duvarda yamadığım çatlaklar ise benim yaralarımdı. Hepsini yamadım.
20 Nisan günü beni isteyecekler ve aile arasında bir nişan takılacaktı. tüm hazırlıklar; hemen hemen tamamdı. O günü beklerken birkaç eksiği daha tamamladık. En önemlisi mutfak masamız yoktu ve açılır kapanır bir masa almamız gerekiyordu. Bu insanları yerde oturtamazdık. Şimdiki aklım olsa yerde oturdum. Güzel bir yer sofrasında birlik ve beraberliğin nasıl olduğunu görebilme şansına sahip olurlardı.

9 Şubat 2020 Pazar

BİTMEDİ


Acaba o siyah günlerden beyaz günlere geldim mi? Çıktım mı sahiden? Boğulmaktan kurtuldum mu ve nefes almaya mı çalışıyorum?
Bilmiyorum.
Geçmişin izleri hala yüreğimde dururken, yaşamaya devam etmek zor! Onları zihinde yerleştirme, hatıralara acımasızca davranmak gibi geliyor. Kimileri kader diyor.
Kaderin bu kadarının içine edesim geliyor. Öyle derinden sancılar geliyor ki göğsüme nefes alamıyorum. Tıpkı o dışında kaya gibi duran kız gibi…
İçinde eriyen karlarını kimseye göstermek istemeyen buz dağı gibi…
 Saf, cahil ve kurtulmak için her yolu denemek isteyen ama aslının kurtuluşa gidiş olmadığında ne yapacağını bilmeyen o yeşil gözlü, sarı saçlı on dokuz yaşındaki kız gibi…
Her satırını yazmak isteyip de gözyaşlarımla siliyorum. Dünyada bir tek acı çeken ben miyim diyerek hafifletiyorum acımı…
Her acının kendince gözyaşı ve sızısı var. Bu sızı öyle tarif edilebilecek bir sızı değil!  kendine has, kendine özgü ve tir tir titretiyor yüreğimi…
En ufak bir sohbette bile birileri kendi hayatlarından bir şey paylaştığında yaram kanıyor. Başkalarının acıları bile yaramı kanatmaya yetiyor.
Bir türlü ağlamadan işleyemiyorum bu satırları…
Tıpkı hislerimi yazarken, şu anda yaptığım gibi.
Bitmedi!

6 Şubat 2020 Perşembe

İSTEMİYORUM


O günü çok iyi hatırlıyorum. Doktor bey muayenehaneye gelip hastalardan sonra gitmişti. Bir Pazartesi günüydü, merdivenleri yıkamıştım. Muayene odasının camlarını silmiştim. Camları silerken durmadan sessiz telefonlar geliyordu. Birileri benim içeri girip çıkmamdan zevk alıyordu.
Öğleden sonra teyzemlerin arkadaşı, benim o kişiyle evlenmem için ön ayak olan beyefendi geldi. Hasta geldiğini düşünerek kapıyı açtım. Karşımda gördüğümde şaşırmadım. Çok sempatik bir adamdı.
Bekleme odasındaki sedirde oturdu, televizyonun karşısındaki sandalyede ben oturuyordum. Hal hatır ettik. Teyzemlerden dolayı benim ailemi de tanıyordu.
Anlatmaya başladı. Evden, kendimin döşeyeceği bir evden, arabadan, fabrikada sigortalı bir işten, ailenin malvarlığından bahsediyordu. Ben sadece dinliyordum. Çünkü kafam karmakarışıktı. Hem korkuyor, hem seviyordum. Cemali tanıyor biliyordum ama beni kendisine layık gören kişi ile henüz görüşmemiştik. Yeni biri ile yeniden bir ilişki içerisinde olmak gözümü korkutuyordu.
Sadece dinliyordum…
Beyefendi durdu ve şöyle dedi.’Babanın yaptıklarını düşünüyorsan, onları görmezlikten geliriz , merak etme.’ O anda beynimde şimşekler çaktı. Konuşmaya başladım.
‘Hiçbir şeyle ilgisi yok, beğenmedim ve bana uygun gördüğünüz kişi ile evlenmek istemiyorum.’dedim. Açıklamak istedi ama ben işim olduğunu söyleyerek onu gönderdim.
Gittikten sonra; sedire kendimi atıp hüngür hüngür ağladım. Benim babam ne yapmıştı? Kimseye bir zarar vermemişti, zararı bizeydi ve bu kimseyi ilgilendiren bir konu değildi! Hiç kimse ben yardım istemediğim müddetçe bana yardım edemez ve yargılayamazdı, bu kimsenin haddine değildi! o benim babamdı. Demek ki; evlensem bunlar karşıma çıkacaktı. Babamın yaptığı her yanlış, bir kusur gibi ya da bir suç gibi suratıma çarpılacak, benim davranışlarımı uygun bulmadıklarında zaten bunun babasında hayır yok deyip yüzüme vuracaklardı. Kafalarında davranışların ve istenilenlerin gerçek olabileceği düşüncesi oluşmayacaktı.
O akşam eve gittiğimde yine ağladım. Annemde Cemallerin nasıl bir aile olduklarından İstanbul da güvende olmayacağımdan korkuyordu. Bu olayı anneme evlendikten sonra anlattım. O gün ona ‘ korkma anne, ben ayaklarımın üzerinde dururum, eğer dediğin gibi olursa boşanırım, sen bana güven! Cemalle evlenmek istiyorum dedim.
Annem hüzünlü gözlerle bana bakıyordu…

5 Şubat 2020 Çarşamba

İSTENİLME


Önce ben gidip görmeliydim. O nerede yaşıyor ne yapıyor bilmeliydim ama bir türlü, kaçıp- gidip, görüp- gelme dörtlüsünü ayarlayamadım. Akrabamız olan, şuan köy muhtarlığı yapan eniştemden bunu rica ettim, adreslerini verdim.
 Eniştem hali vakti yerinde çalışkan bir adamdı, nedense beni geri çevirmedi. O da ne kadar kaygılı olduğumun farkındaydı. Ailemde o kadar insan varken, babam başkaları için her yolu denerken, asla benim için bunu yapmadı. Bu iş; dedemin kız kardeşinin damadına kaldı.
Sağ olsun yine köyden bir komşumuzla evlerine gitmiş, kayınvalidem ve çocukluğundan beri Cemal’e ve ailesine sahip çıkan, onları babalarının emaneti gibi gören biricik Hatice Teyzemin eşi, rahmetli Edip amca ile sohbet etmişlerdi.
Edip amcaya ‘Biz buraya bu çocuğu araştırmaya geldik.’ diye sormuşlar, oturup kahve içmişlerdi. Edip Amca Cemal’in küçük yaşta babasız kaldığını ve kötülük görmediğini söylemişti Enişte bunları bana söylerken İstanbul’un göbeğinde oturduklarını ama evlerinin çok küçük olduğunu söylemiş, bu semtte evler böyle oluyormuş diye eklemişti.
Benim içime sinmiyordu. O zamanlar böyle internet yaygın değil, sorup araştırma gidip gelme çok yok, zaten parada yok!
Bir Cumartesi gecesi aileme arkadaşımda kalacağımı söyleyip ama arkadaşıma söylemeden, istanbul’a gece yolculuğu yaptım. Pazar sabahı Cemo beni otogardan aldı kahvaltıya gittik. beyaz kartal bir araç ile gelmişti. Kahvaltı sonrası evlerine gittik. Kayınvalidemi ilk kez o zaman gördüm.
Evet, ev çok küçüktü, iki artı bire çevrilmiş, bir artı bir daire, 65 metrekare! Kayınvalidem meşhur etli sarmasını yapmıştı. Yemeği yedik, Cemal ile biraz gezdik. Ne kadar çok sıkışık olduğunu düşünmüştüm. Neredeyse hepsinin adının huzur olduğu apartmanları gördükçe; insanları huzuru isimde aradıklarını düşünmüştüm. O gece otobüsle gece yolculuğu yaptım ve sabah muayenehaneye gittim. Bu yolculuğu ailem ile ve gönül rahatlığıyla yapmayı çok isterdim. Onsekiz yaşında iyi cesaret!
Şimdi ailelerin tanışma zamanı gelmişti. Önce onlar gelecek ve isteme faslı olacak,daha sonra söz takılıp rahat görüşecektik.
Bu isteme, tanışma faslı için geldiklerinde; büyük erkek kardeşim, bir arkadaşının evinde kalıp o gün kapıdan alelade tanışmış olmak için girip geri dönmüş, babam ise biraz vakit geçirip benim ‘Karacabey’de işim var gitmeliyim!’ deyip gitmişti.
Dedem ninem annem ben Cemal ve kayınvalidem tüm gün vakit geçirip akşamüzeri onları yolcu etmiştik. Hepsi birbirine ısınmıştı.
Dedem ve ninem beni sevdiğine verme konusunda hemfikirdi. Tabi annem abimin önüne geçip evlendiğim için abimin çok sıkkın olduğunu söyleyip orada bulunmamış olmasını açıklamaya çalışıyordu. Ben ise içimden; onun yanımda olmasını ne kadar isteyip istemediğimi sorguluyor ve anlamaya çalışıyordum.
Sadece bununla kalsa iyi abisinin önüne geçip evlenen kız olarak adım artık azmış tekeye çıkabilirdi, tabi bir tek o kalmıştı!
Cemal Malatyalı, Kürt;’Ne olduklarını bilmiyoruz, bu kızı bilmediğimiz yere vermeyelim.’ diyenler çok oldu. Evleneceğimi abimin bana öncelik verdiğini duyup istemeye gelenlerde oldu.
Annemin kardeşleri bu evliliği onaylamıyorlardı. Uzağa evlenmemi istemiyorlar ve bütün zorlukları anlatıyorlardı. Söyledikleri her şeyi gerçekten yaşadım. Bizim ailede destekleme sistemi vardır. Yok, olana var olan destek verir. Herkes birbirinin ayıbını örter, her şekilde yanında olur destekler. Uzakta olursam bunları yapamayacaklarını söylüyorlardı.
‘Görmeyiz, sıkıntı çekersen destek olamayız, uzak yer hasta olursun gelemeyiz.’ diyorlar ve gitmemem için seninle konuşmayız gibi masumane tehtitler savuruyorlardı.
Bunu söyleyen kişi ilk benim evime gelen anne tarafı akrabamdır. Büyük lokma ye, büyük konuşma kardeşim!
Teyzelerimden en büyüğü bana hayırlı bir nasip bulmuştu. Tabi tanışma faslı oldu ama ben hala kuşku içerisindeyim. Kürtleri; çok eşli ve kuyruklu öğrenmişiz ya! Kuma olmaktan ve kuyruklu çocuk doğurmaktan korkuyorum. Kuyruklu Kürt sözünün anlamını bilenler ne dediğimi anlayacaklar.
Neyse bu hayırlı eş adayı ile Pazar yerinde bir gün birbirimizi görüp beğendik. Zatıâlileri beni beğendi, onay verdi,’Bu kız olur.’ dedi. Tesadüfe bak onunda babası yok, annesiyle yaşıyor.
Vaatler; ev, kendi zevkimle döşeyeceğim bir ev,kendimize ait olan bir ev, fabrikada iş, paralı bir hayat. Herkesin gözünün, önünde dizinin dibinde bir hayat!
Tabi ben korkuyorum ve kararsızım. Sanırım bizim bu işi ayarlamaya çalışan çocuğun akrabası teyzemlerin arkadaşı adam baktı ki; benden ses çıkmıyor, bir gün muayenehaneye geldi.
Vaatleri tek tek sıraladı. Bilezikler, altınlar, evler, arabalar, konforlu bir hayat!
Ama ben o gün Cemal ile kesinlikle evlenmem gerektiğine karar verdim!

4 Şubat 2020 Salı

ACIMA



Siz hiç insanların size acıyan gözlerle baktığını ama hoyrat gözlerle ve sözlerle bunu daha acımasız hale getirdiğine şahit oldunuz mu?
 Ben oldum. Hem de birçok kez bu duyguyu yaşadım. Hem süt satarken, hem kırmızı ojelerimle ve şiş gözlerimle süt toplarken, hem evlenirken hem de hayatımın birçok zamanında bu duyguyu yaşadım.
Muayenehaneye başladığımda, çalıştığım insanlar tarafından ise bu duyguyu hiç yaşamadım. Doktor bey sakin ve sessiz bir insandı. Eşi dünya tatlısı ve bana şu an bile birçok şeyde aklıma gelip davranışlarını özümsediğim bir insandı.
Doktor bey sadece aletleri yıkamayı geciktirdiğimde ve bilgisayarını kurcaladığımı anladığında kızardı. Haklıydı ama bende çok meraklıydım. O dönemler internet tt netten ağ bağlantısı yapılıyordu haliyle bu da telefon faturasına yansıyordu.
Merak işte benim en bariz özelliklerimden biri!
Muayeneye çok hasta gelmezdi. Nadir tek tük hastalar gelirdi. Bazen işitme testleri için yoğunluk olurdu zaten doktor bey her şeyi yapar bende onu asiste ederdim. Merak duygumu muayene esnasında doyururdum. Birçok kez endovizyon aletiyle kulağıma ve boğazıma baktım. Çok severdim, ben yapabiliyor muyum diye? Sonraları hem merakım gitti hem de steril etmesi zor geliyor diye bıraktım.
Hayatımın en aç dönemlerini burada geçirdim. Hem fiziksel hem ruhsal açıdan çok açtım. Sessiz bir yerdi. İlk başlarda neredeyse her gün yıkadığım merdivenleri haftada bire bazen ayda ikiye düşürüyordum.
Küçük odada sobayı yakıp, sedire; kendime atar öğlene kadar uyurdum. Öğlen bazen doktor gelmezdi. Hasta olmayınca bende ufak tefek işleri yapıp tekrar uyurdum.
Otuz yedi ekran televizyonda iki kez Yedi Tepe İstanbul dizisini izledim. Hayatımda gördüğüm en iyi oyuncular ve en iyi diziydi. Yaseminin Penceresi diye bir program vardı. Ayşe Tükrükçü o zaman nasıl devlete ait bir geneleve düştüğünü ve çıkmak için nasıl mücadele verdiğini anlatıyordu. O zamanları resmen ezbere biliyordum. Bir insanı toplumun bu hale nasıl getirebildiğine şaşırıyordum.
Hemcinslerimin bu tip kadınlara bakış açısını hayretler içinde izliyordum. Yasemin Bozkurt tarafından hazırlanan, sunuculuğunu yaptığı programda, bu kadının hayata duruşu beni çok etkiliyordu. İşte bu sabah programlarının en reyting kaygısı gütmeyen, en dürüstün atası bu programdır. Şimdilerde AYŞE TÜKRÜKÇÜ taksimde bir ev yemekleri restoranı işletiyor. Hatta bir dönem bizim kliniğe bile geldi.
Köyden iki dilim ekmek, bir yumurta getirip pişirme becerisini akıl edemiyordum. Belkide yoktu, ne bileyim? Cahillik işte.
Maaşı alınca doktor beyin her zaman söylediği kaşarlı kuşbaşılı pideyi kendime ısmarlar ve üstüne fanta içerdim. Çok zor günler geçmedi. En güzeli ise yazları avukat hanımın kullanılmayan odasını kullandığım dönemdi. İşte orada şiirler yazar, notlar alır, kitap okurdum. Kışın örgü, uyku, televizyon yazın ise; kitap ve yazı işleriyle uğraşırdım.
İkisi de iyi insanlardı ama avukat hanımı daha çok severdim. Benim başladığımda bir yaşlarında olan bir oğlan çocukları vardı. Bayılırdım. Çocuk çok zekiydi ve şuan İstanbul erkek lisesinde okuyarak ne kadar zeki olduğunu ve benim tahmin ettiğimin doğru olduğunu gösterdi.
Avukat hanım; hâkimlik sınavına gireceği için ders çalışması gerekiyordu. Bakıcı aramışlar bulamamışlardı. Bir dönem evlerinde çocuklarına baktım. Aslında muayenehaneden daha rahattım ve hasta olunca evde dinlenebiliyordum ama çocuklarına bakma konusunda kendimi beceriksiz hissediyordum. Belkide gençlik; bilemiyor insan.
Çok erken evlerine gelmek zorunda kalıyordum. Köyden daha geç saatte otobüs yoktu. Onlar daha uyanmadan ben onlarda oluyordum ve çok çekiniyordum. Birde karnım çok acıkıyordu. Bıraksalar dünyayı yerdim ama çekiniyordum.
Avukat hanımdan kabak çorbası yapmayı öğrendim. Senden hiçbir şey istemiyoruz sadece oğlumuzla ilgilen diyorlardı ama işte ben her şeyi yapmak istiyordum.
Bir sabah erkenden geldim. Oğulları uyanmıştı. Avukat hanım yorgundu biraz yatmak istedi. Bizde oğluyla yatakta oynuyoruz. Nasıl olduysa çocuk düştü ve gözünün kenarı çekyata çarptı. Hafif morluk ve kızarıklık oldu. Bir şey olmamıştı ama içim içimi yiyordu o gün öğleden sonra onu göz doktoruna götürdüler.Doktor Bey’in ve avukat hanımın oğullarının gözünde herhangi bir problem çıkmamıştı. O gün ben ütü yaparken eve gelmişlerdi, sonra beni köye bıraktılar. Birkaç gün sonra doktor bey bana muayene hanede çalışmak isteyip istemediğimi sordu. Bende muayenehanede çalışmamın daha iyi olacağını söyledim.
Sanki oğulları benim kendimi aciz hissettiğimi anlamıştı ve bu olay olmuştu. Üç ay kadar evlerinde çalıştım. Ama avukat hanım henüz sınava girmeden ayrıldım. Bir daha bu konu hiç konuşulmadı.
İçim içime sığmıyordu. Hayatıma yeni biri girmişti. Önceleri gençlik ateşiydi, sonraları sanırım kararsız bir kaçış planına döndü.
Cemal ile ilk kez Çanakkale de buluştuk. Tanışma hikayemizi hayatımın dizisi projesinin somut halinde yer alacak. Bu tirajı komik tanışma hikayesini buradan uzatmak istemiyorum.
Yıllarca insanlar internetten tanıştığımızı düşündü, hatta annem bir kere eğer böyle bir şey yaptıysam hakkını helal etmeyeceğini bile söyledi. Sadece söyleme zamanı yanlıştı. Çünkü ben artık evliydim.
Her ay düzenli olarak kar kış demeden ilçeye geliyordu ve buluşuyorduk. Pazar günleri süt götürme bahanesiyle garip analar parkında yada araçla geldiyse başka bir yerde buluşuyorduk.
Evliliğe giden bir ilişki olmadığını düşünüyordum. Cemal ben artık böyle gizli kaçak buluşmak istemiyorum diyene kadar!
Öyleydi böyleydi derken. Evlenmek istemiyorum, okumalıyım ve iş sahibi olmalıyım diyordum. Cemal ise ben artık gelip bu şekilde buluşmak istemiyorum, evlenme ekte en azında resmi bir birlikteliğimiz olsun ve rahat görüşebilelim restini çekene kadar.
Evlenme teklifi aynen böyle olmuştu. Önce rahat görüşebilmek için nişanlandık, e artık rahat edemiyormuşuz demek ki dört ay sonra evlendik
Ama o nişan ve düğün süreci öyle uzundu ki, yıllar geçmiş gibi geliyor.
Önce isteme faslı olmalıydı. Tabi bende aileme söylemeliydim. Bu kısmı hatırlamıyorum. Nasıl söyledim bilmiyorum ama söyledikten sonraki süreç çok sancılı geçmişti.

3 Şubat 2020 Pazartesi

CAN KIRINTILARI


Annemi düşünüyordum. Bu kadar acıya nasıl dayanıyordu? Bazen de bana destek olmadığı okula için, kaçmama mani olduğunu düşünüyor ve kızıyordum. Sebep aradığımda kısacak bir sürü neden buluyordum.
Muayene hanenin sobasını yakarsam, merdivenleri temizlersem dünya benim oluyordu. Ver elini uyku zamanı. Üst katı; termik santralin işçilerinin toplu kaldığı bir daireydi ve kış aylarında inanılmaz pislik oluyordu.
Merdivenleri yıkamak kış aylarında zor geliyordu. Yaz ayları avukat hanımın odasında püfür püfür geçerken kış ayları soba başında ve sedirde kıvrılarak geçiyordu.
Muayenehaneye başlamadan önce bir aşk sayfasını kapatmıştım. Onsuz geçen her günümü satır satır işlediğim ve hediye ettiğim defterimi ondan alarak ve ateşe atıp yakarak sonlandırdım.
Ben okula gidememe, para kazanma derdine düştükçe adım kirlenmişti. İşte insanlar bu noktada bir insana ne kadar acı verebileceklerini kestiremiyorlar.
Babam sicilimi lekelemişti. Böyle bir babadan hayırlı bir evlat çıkmazdı. Dışarıdan bakıldığında; motorsiklet tepesinde süt satan, sigara içen ve türbanlı olmayan, hayırsız bir babanın kızıydım.
Ben onlara göre kadın olacak bir kız değildim. bir sürü derdimin arasında, kendisine vakit ayırmadığımdan şikayetçi olan zat-ı muhtereme ‘Kendine vakit ayıracak birini bul !’diye rest  çekmiştim.
Sonradan her şeyin değişeceğini umsam da, değişmediğini gördükçe sızım artıyordu. ‘Sensiz gecen her gün bu şehirde, cam kırıntıları üzerinde yürüyorum.’ dediğim insandan ayrılmıştım.
Varlığım yoktu, hiçliğim hiç olmayacaktı!
Onun, mutaassıp, namusunu başörtüsünün altına saklamış ailesine göre; ben namussuzdum. Namus kavramını aslında sol göğsünün üstündeki ile kafasının içindeki  arasında bir bağ geliştirebilen insanlardan değillerdi. Ben ise; fazla fevri ve dediğim dedik mücadele ruhunu öldürmeye hiç niyetli olmayan biriydim.
O defterleri yaktım. Tüm sevgimi, gençliğimi yaktım. Artık tırnaklarının ojesiyle gezen, saçlarına özen gösteren biri değildim. Motosikletle süt satmaya gitmekten ellerim nasır tutmuş ve kollarım kalınlaşmıştı.
Muayenehanede çalışmaya başladıktan sonra sanki biraz daha toparlamıştım. Az kazanıyordum ama kazanıyordum. Yetiyordu. En azından aylık bir kazancım vardı. Bazen fabrikaya işe girmek istiyordum. En azında sigortam ödenir diye düşünüyordum. Ama bu işi becerecek beni işe koyabilecek bir akrabaya sahip değildim.
Bu kırık hikayenin ardından, yepyeni bir sayfa açtım Cemo ya!

24 Ocak 2020 Cuma

ACIMA


Siz hiç insanların size acıyan gözlerle baktığını ama hoyrat gözlerle ve sözlerle bunu daha acımasız hale getirdiğine şahit oldunuz mu?
 Ben oldum. Hem de birçok kez bu duyguyu yaşadım. Hem süt satarken, hem kırmızı ojelerimle ve şiş gözlerimle süt toplarken, hem evlenirken hem de hayatımın birçok zamanında bu duyguyu yaşadım.
Muayenehaneye başladığımda, çalıştığım insanlar tarafından ise bu duyguyu hiç yaşamadım. Doktor bey sakin ve sessiz bir insandı. Eşi dünya tatlısı ve bana şu an bile birçok şeyde aklıma gelip davranışlarını özümsediğim bir insandı.
Doktor bey sadece aletleri yıkamayı geciktirdiğimde ve bilgisayarını kurcaladığımı anladığında kızardı. Haklıydı ama bende çok meraklıydım. O dönemler internet tt netten ağ bağlantısı yapılıyordu haliyle bu da telefon faturasına yansıyordu.
Merak işte benim en bariz özelliklerimden biri!
Muayeneye çok hasta gelmezdi. Nadir tek tük hastalar gelirdi. Bazen işitme testleri için yoğunluk olurdu zaten doktor bey her şeyi yapar bende onu asiste ederdim. Merak duygumu muayene esnasında doyururdum. Birçok kez endovizyon aletiyle kulağıma ve boğazıma baktım. Çok severdim, ben yapabiliyor muyum diye? Sonraları hem merakım gitti hem de steril etmesi zor geliyor diye bıraktım.
Hayatımın en aç dönemlerini burada geçirdim. Hem fiziksel hem ruhsal açıdan çok açtım. Sessiz bir yerdi. İlk başlarda neredeyse her gün yıkadığım merdivenleri haftada bire bazen ayda ikiye düşürüyordum.
Küçük odada sobayı yakıp, sedire; kendime atar öğlene kadar uyurdum. Öğlen bazen doktor gelmezdi. Hasta olmayınca bende ufak tefek işleri yapıp tekrar uyurdum.
Otuz yedi ekran televizyonda iki kez Yedi Tepe İstanbul dizisini izledim. Hayatımda gördüğüm en iyi oyuncular ve en iyi diziydi. Yaseminin Penceresi diye bir program vardı. Ayşe Tükrükçü o zaman nasıl devlete ait bir geneleve düştüğünü ve çıkmak için nasıl mücadele verdiğini anlatıyordu. O zamanları resmen ezbere biliyordum. Bir insanı toplumun bu hale nasıl getirebildiğine şaşırıyordum.
Hemcinslerimin bu tip kadınlara bakış açısını hayretler içinde izliyordum. Yasemin Bozkurt tarafından hazırlanan, sunuculuğunu yaptığı programda, bu kadının hayata duruşu beni çok etkiliyordu. İşte bu sabah programlarının en reyting kaygısı gütmeyen, en dürüstün atası bu programdır. Şimdilerde AYŞE TÜKRÜKÇÜ taksimde bir ev yemekleri restoranı işletiyor. Hatta bir dönem bizim kliniğe bile geldi.
Köyden iki dilim ekmek, bir yumurta getirip pişirme becerisini akıl edemiyordum. Belkide yoktu, ne bileyim? Cahillik işte.
Maaşı alınca doktor beyin her zaman söylediği kaşarlı kuşbaşılı pideyi kendime ısmarlar ve üstüne fanta içerdim. Çok zor günler geçmedi. En güzeli ise yazları avukat hanımın kullanılmayan odasını kullandığım dönemdi. İşte orada şiirler yazar, notlar alır, kitap okurdum. Kışın örgü, uyku, televizyon yazın ise; kitap ve yazı işleriyle uğraşırdım.
İkisi de iyi insanlardı ama avukat hanımı daha çok severdim. Benim başladığımda bir yaşlarında olan bir oğlan çocukları vardı. Bayılırdım. Çocuk çok zekiydi ve şuan İstanbul erkek lisesinde okuyarak ne kadar zeki olduğunu ve benim tahmin ettiğimin doğru olduğunu gösterdi.
Avukat hanım; hâkimlik sınavına gireceği için ders çalışması gerekiyordu. Bakıcı aramışlar bulamamışlardı. Bir dönem evlerinde çocuklarına baktım. Aslında muayenehaneden daha rahattım ve hasta olunca evde dinlenebiliyordum ama çocuklarına bakma konusunda kendimi beceriksiz hissediyordum. Belkide gençlik; bilemiyor insan.
Çok erken evlerine gelmek zorunda kalıyordum. Köyden daha geç saatte otobüs yoktu. Onlar daha uyanmadan ben onlarda oluyordum ve çok çekiniyordum. Birde karnım çok acıkıyordu. Bıraksalar dünyayı yerdim ama çekiniyordum.
Avukat hanımdan kabak çorbası yapmayı öğrendim. Senden hiçbir şey istemiyoruz sadece oğlumuzla ilgilen diyorlardı ama işte ben her şeyi yapmak istiyordum.
Bir sabah erkenden geldim. Oğulları uyanmıştı. Avukat hanım yorgundu biraz yatmak istedi. Bizde oğluyla yatakta oynuyoruz. Nasıl olduysa çocuk düştü ve gözünün kenarı çekyata çarptı. Hafif morluk ve kızarıklık oldu. Bir şey olmamıştı ama içim içimi yiyordu o gün öğleden sonra onu göz doktoruna götürdüler.

18 Ocak 2020 Cumartesi

KRİZ -2


Süt satmaya gittiğim bir gün öğle vaktiydi,  işi bana bulan arkadaşın çalıştığı diş muayenehanesine gittim. O gün benim çalışacağım yer görmem ve yeni patronum ile görüşmem gerekiyordu. biraz bekledikten sonra çıktık, yolda bana direktif veriyordu.’Sakin ol sakın yetmiş liradan fazla aylık isteme, bu işin piyasası bu!’ diyordu. O zamanlar asgari ücret iki yüz elli lira falan sanırım.
Zaten kendini kanıtlarsın diye ekliyordu. Kısa siyah saçlı, sakin yüzlü, güzel dişleri olan ayrıca musikiyle uğraşan aktif, genç bir kadındı.
Muayenehane; bir apartmanın ikinci katındaydı ve neredeyse yirmi basamakla çıkılıyordu. Zile bastık ve içeriye girdik. Kapıdan uzun bir koridora giriyorduk. Sol tarafta; doktorun muayene odası yani salon, kapının karşısında mutfak, sağ tarafta koridorun sonunda bir oda ve onun yanında balkona çıkılan küçük bir oda, bu odanın hemen karşısında tuvalet vardı. Banyo mutfağın içinden giriliyordu. Ama burası odyometre odası olarak kullanılıyordu.
Muayene odasına girdiğinizde; sağ tarafında, duvar dibine konumlandırılmış bir sedye, sedyenin yanında ekrana bağlı vitrin içerisine konulmuş endovizyon aleti, onun yanında muayene koltuğu, ışık, onun yanında ise gerekli muayene aletlerinin olduğu, cam tezgahlı demir bir masa vardı. Her iki yanına muayene aletlerinin atıldığı demir çanaklar konumlandırılmıştı.
Kapıdan girdiğinizde solda doktorun masası duvar dibinde kitapların konumlandırıldığı bir vitrin. ikinci bir balkona çıkılan kapı, hemen cam dibine konulmuş bir bilgisayar ve masası vardı.
Doktorun masasının önüne konulmuş iki sandalyeden birine oturmuş, önümdeki sehpaya bakıyordum.
Sanki sinirliymiş ve sakin olmaya çalışıyormuş gibi görünen patron adayım; bana iş tanımından ve benim neler yapmam gerektiğinden bahsetti, ne kadar maaş istediğimi sordu.’ Yetmiş lira.’ dedim.
Zaten sıkı tembihlerle gelmiştim. O anda mı yoksa daha sonra mı karar verdim bilemiyorum.  Benden önce çalışsan kişi bir hemşireydi ve başka bir doktorun yanında işe başlayacaktı. Bir süre beraber çalışacak ve sonrasında benim çalışıp çalışmama karar verilecekti. Aha bir kişinin daha gözüne girmeliydim!
Tabi işe kabul edilmem zaman aldı. En zor olanı kabul edildikten sonraki aşamaydı. İşe başlamak?
Ne güzel bir doktor yanında iş bulmuştum. Hemde kendi başıma çalışabileceğim kendimi geliştirmeyi hayal ettiğim bir iş! Ya fabrikaya gireceksin sigortan olacak ya da kaliteli insanlarla çalışıp adam olacaksın. Hele bu işsizlikte bu bulunmaz bir nimet.Mağazada tezgahtar, herhangi bir yerde sekreter de olabilirsin ama bu işin saati belli en azından doktor, yani adam okumuş!
Ama tabi daha aşmam gereken bir sürü tabu vardı.
Önce babam orada çalışmama izin vermedi. Neden vermediğini bilmiyorum. Ama bu konuda içimden geçenleri yazmak istemiyorum. Bir akrabamız ben işe başlamadan bir gün önce bize gelmişti. Tesadüf mü yoksa bilinçlimi bilmiyorum. Ama söylediği aynen şuydu;’ Kız kısmı genç doktorun yanında çalışır mı? Adı çıkar, evinde otursun, çeyizini yapsın!’
İnsanların sonra; ben aslında onu korumak için söyledim deyip arkasına saklandıkları cümleler ne kadar ağır?
Aha buyur buradan yak! Babam hayır diyor. Annem sessiz. Annemin de kendi akrabasına bir şey demeyen babam nedense cıngar çıkartıyor.
Valla dedim istediğinizi yapın, ben çalışacağım. Ben kendi ayaklarımın üzerinde dururum daha fazla üzerime gelirseniz daha da eve gelmem. Tabi o zamanda babamla birbirimize girdik. Büyük ihtimalle yine sopalamıştır. Ama hatırlamıyorum. Kabul edildim ve işe başladım.
Hayatımın en sessiz, en güzel, en karmaşık günlerine adım attım.

16 Ocak 2020 Perşembe

KRİZ


Yıl 2000 bundan tam 20 yıl önce; liseyi bitirmişim, üniversite kazandım. Babam beni Edirne sınır bölgesi kadın kısmı maden ile ne iş yapar diye okula göndermedi.
Önce köyden kaçmanın fırsatını aradım. Köydeki tavuk hanede çalıştım, akşamları dayımın lokantasında servis yapıyor, bulaşık yıkıyor oradan da bilgisayar kursuna gidiyordum.
Para yok, insanlar tarafından büyük bir beklentiyle karşılanan milenyuma girdik. Karın tokluğuna dayımın lokantasında çalışıyorum, sabah- akşam tavukhane de tavukları yemliyor,pisliklerini temizleyip, yumurtalarını topluyorum. Yumurtaların kalite ayrımı en keyifli anları! Ölenleri temizliyorum. Tavuklar sıkışık bir kafeste en az on tane var.
Tabi annemde yardımcı bana, ramazan ayı soğuk, tavukların işi bitince hemen ilçeye lokantaya, aşçıya, bulaşıkçıya yardım ediyorum. Akşam orucumu açıp iş bitince bilgisayar kursuna gidiyorum. Tavuk haneden 300 lira gelecek, en azından okula kayıt için gideceğim para diye düşünüyorum. Tabi babam karşı annem sessiz, korkuyor.
Akşamları motorla ya eve dönüyorum ya da motorla ilçede oturan teyzemlere gidiyorum. Sabahta köye geliyorum. Motosiklet benim için tutku. Elim ayağım bana güç veren bir alet.
İlçeye süt de götürüyorum ufak tefek harçlık çıkıyor. Mali kriz var ülkede,  binlerce insan işsiz kalmış. Bir yandan okula gideceğim diye seviniyorum.
Tabi babam hayır diyor. Karşı çıkıyor. Gidemezsin diyor. Kayıt zamanı geldi bir sabah kahvaltıda gitmeyeceksin diyor. Gideceğim diye direttim. Bir temiz sopaladı beni. Bir güzel dövdü. Annem kenarda, dedem yok. Hepsi sessiz. Gideceğim okula ayarladım hepsini diyorum anneme, annem sessiz. Dedem ve ninem sürekli soruyor kızım n’apıcaksın diye!
Gideceğim evraklara parayı harcadım. Fotoğraf çektirdim, işlemleri yaptım üç kuruş para kaldı elimde. Gideceğim. Bu tavuk hanenin sahibinin bir kızı orada işletmeci, Şahsine abla onu arar yardım isterim çalışırım diyorum anneme, annem sessiz.
Korkuyor, gençliğimden, ergenliğimden, dik başlılığımdan korkuyor.
Son gün artık gidemeyeceğimi fark ettim. Babam anneme bir şey yapar diye korktum. Hayatımı kazanmak için başkalarının hayatını annemin hayatını mahvedemezdim.
Ağlıyorum hüngür hüngür…
Kimse de ses yok! Tabi babamda para yok! Olsa gönderir mi bilmem. Köyde bakkal yok, süt satıp ufak tefek çerez alıyorum, satıyorum, iş arıyorum. Motorla her gün sabah ayazında, sağım yapılınca ilçeye gidiyorum. Sütleri dağıtıp aldığım para ile çerez alıp köye geliyorum.
Günler geçiyor, iş arıyorum. Bir iş olsa para kazansam diye paralıyorum kendimi…
Millet krizde para yok! Babam benim para kutumdan harçlık alıyor. Para yok!
Gittim belediye başkanına o zamanlar ilçenin belediye başkanı yıllardır belediye başkalığı yapmış sonradan milletvekili olan Ali Sarıbaştı. Fabrikaya işe girmek çok büyük nimet!
Oturdum koltuğa başımdan geçenleri anlattım üstün körü, dedim ki ben iş arıyorum. Bana iş verin, fabrikaya gireyim, çöpçü olayım, belediyede sigortasız çalışayım ama yeter ki bir işim olsun. Teselli etti beni, ekonomik krizden bahsetti. Akıl verdi gönderdi.
Bu da olmuyor iş bulmalıyım, köyden meyve fabrikalarına işe gidenler var, onlarla başladım. Çok soğuk, ellerim ayaklarım şişiyor, gözlerim kan çanağı, hala süt götürmede devam ediyor. Alacağım üç kuruş ama benim param!
Annemin akrabası biri ilçeye kırtasiye açacak Bursa’dan ilçeye yerleşecekmiş. Hemen iş buldum diye seviniyorum. Dükkân açılacak, ev temizlenecek hepsini yapıyorum. Okul zamanı dükkân açıldı, işler yoğun ne zamanki yoğunluk bitti, bu amca beni kapının önüne koydu. Tabi işi bitti. Dükkân yerleşti evleri temizlendi maksat iş görülsün!
Afedersiniz ama gerçekten aklıma geleni söylemek istiyorum. Şerefsiz!
Yine meyve fabrikalarına başladım, iş arıyorum en azından bir iş olsa rahatlayacağım. Aylık para geçecek ya, o bana huzur verecek. Süt götürmeye devam, çerez satmaya da, köyün imamı süt topluyordu bırakmış. Bir süre köyde süt toplama işini de yaptım. Oradan da para geliyor iş arıyorum sürekli ve sigortalı bir iş olmalı…
Bir arkadaşımın diş hekimi yanında asistan olan arkadaşı bana bir iş buldu. Kulak burun boğaz doktoru yanında asistanlık, hayalimdeki iş!

15 Ocak 2020 Çarşamba

GÜÇ


İşe yeni başladığım dönemlerdi. Bu ast üst ilişkisi ve yaşadığım olaylar beni çok etkilemişti. Kayın-validemle oturmak germiş. Düğünde yaşadığım tatsız olay derinden yaralamıştı. Anladım ki ben çalışmadan hiçbir şey yoluna girmeyecek ve böyle bir işte çalışacağım diye kafama koymuştum. Nihayet kafamda istediğim işi bulmuştum ama ortam çok fena!
Örtger zehir gibi,Gacet ‘ı tanımıyorum. Bir tek Hacı var. Resmen elimden tutuyor. Meraklıyım işi bırakma niyetim yok! Yoruluyorum. Annem, rahmetli dedemle bize geldi. Evde tabiî ki doğru düzgün eşya yok. Önce kızdı neden söylemedin sana bir şeyler getirirdim diye bende oradan ne getireceksin hepsi hallolur dedim.
Zorlanıyorum, ilişkiler zor geliyor. Allah’ım babam gibi bir adam daha diyorum. Örtger çok fena beni gözü kesmedi. Gönderecek belli. Çalışan hemşire zor! Daha 20 yaşındayım ve hayatımı kurmaya çalışıyorum. Üstelik büyük hayaller kurmuşum.
Eve gelip bu işi yapamayacağım diye ağlıyorum. Annem o kadar kötü durumdaki birde ben ekliyorum. Sadece beni dinliyor. Ben durmadan ağlıyorum. ‘Sen bilirsin.’ diyor. Üstüne de hayatımıza doğru insanlar her zaman çıkmaz diye ekliyor.
Zorlandım ama pes etmedim!
Yıllar sonra işten ayrıldım. Örtger’in zehri, Hacı’nın gidişi, yorgunluk, bıkkınlık yada yeni bir başlangıç isteme ne derseniz deyin!
Ayrıldım.
İkinci çekirdek yeni doğdu. O yaz köye gittim. Fenayım. Hastayım, halsizim, mutsuzum. Babam yok! İki koca tarla ekili barbunya, bir dünya borç bırakmış anneme, kadın uğraşıyor. Ben halsiz bitkin. Şımarıklık yapıyorum diye geçiriyorum içimden.
Örtger aradı. ‘İznin bitti dönecek misin?’ diye soruyor. Çalışma alternatifleri sunuyor. Yok dedim dönmeyeceğim. Ama sizden bir ricam var. Kapınız açık olsun. Ben ne zaman sıkışsam size geleyim. Ayrıca olan tazminatımı da istedim. Buna hakkım yok! Çünkü isteğimle işten ayrıldım. bu arada babamın kalan borçları ödenecek annem çok sıkışık.
Düşünelim dedi.
Ertesi günü aradı ve tazminatımı vereceklerini söyledi. Tabi ben havaya uçtum. Babamın borçlar kapanacak. Tek derdim o, paramız var ama o bizim ev paramız ve mali açıdan özgür olmak istiyorum. Cemo ile bu konuda muhabbet etmek sıkıcı.
Tazminatımı taksitle ödediler bende ev parasından babamın borçlarının epeyce bir kısmını ödedim.
Yaz bitti annem uğraşmaya devam ediyor. Ama biz eve döndük. Klinikte yine bir eleman arama telaşı, Örtger dönmemi istediğini ve çalışma sistemi kurmamı dile getiren telefon konuşmaları geçiyor.
Kararsızım…
Para kazanmak istiyorum ama yoğun çalışmak niyetinde değilim. Örtger seçenekler sunuyor. Ona güvenmiyorum. Çünkü o bana fazla güveniyor. Ben çalıştığımda kendimi besleyemiyor ve üretemiyorum.
Bir arkadaş bu dönemleri anlattım. Çalışmam taraftarı, daha net bakıyor olaylara.Şöyle bir cümle kullandı. ‘Senin istediğin hayatı Cemo sana yaşatacak konumda değil!’
Birçok anlam içeriyordu. Mali açıdan ekonomik özgürlük iyi bir şey ama onu harcayacak vaktiniz var ise, yoksa tepinip durursunuz. Birde benim ne kadar büyük şeylerden bahsettiğimi düşündü ki herhalde bana atıfta bulundu.
 Kliniğe; bana göre çok basit bir iş için beni çağırdılar.  Bu işi hallettim benim niyetim onları görmek birazda rahatlamak. Cebime yüklüce para koydular. Kabul etmedim ama Örtger ısrar etti. Gacet laf arasında bana ne yapacağımı soruyor ve mali durumumuzu merak ediyordu. Yaparım bir şeyler dedim. Örer satarım, elimden her iş gelir gerekirse ev temizliğine giderim dedim. Aslında o benim neden onları tercih etmediğimi merak ediyordu. ‘Sana yakışıyor mu Püskül?’ dedi. Senin gibi bir kadına böyle bir iş yakışır diye ekledi. Benim gibi güçlü depresyondan çıkamayan bir kadına diye içimden güldüm. Tamamıyla içimden geçenleri söylemedim.
Aldım parayı gittim o akşam kendime istediğim kalemi aldım, okumak istediğim kitabı, üstüne güzel bir yerde kahve içtim, bir deftere birkaç satır karaladım. Kalanıyla çocuklara bir şeyler alıp eve gittim. Eve gelmeden o parayı harcadım. Emeğin arzularıma harcandığı gün diyelim.
Şimdi; işe başladım, zaman geçti, işi bıraktım. Kısa özeti bu ama arada geçen olaylar tamamıyla bu kadar basit değil!
Asla aç kalmam. Ne zihnen, ne bedenen! Çalışmaktan utanacak ne var? Gerekirse paspas yaparım, gerekirse çaycılık yaparım, gerekirse bulaşıkçılık yaparım. Ama asla işsiz bırakmam kendimi.
Bunu bir başkası yada çocuklarım için değil. Kendim için yaparım öncelikle. Vazgeçmem kendimden. Evet depresif yaşarım ağlarım sızlarım ama kalkarım ayağa, sallarım kendimi ve uğraşırım. Beynimi aç bırakmam. Okurum öğrenirim. Şu sanal dünyada her şey önünde bir nimet!
Okuduğum bilgiyi kafamda yoğururum. Her okuduğuma inanmam onun üstüne kafa patlatırım. Başkalarına okutur düşüncelerini merak ederim. Evde oturduğum zamanlarda ördüm sattım, yaptım sattım, annemin barbunyaları sattım, evdeki eşyaları sattım. Sıkıştıkça elimde kenarda köşede ne varsa sattım.
Oldubitti. Ben evrene ben buradayım ve istiyorum diye ellerimi açtım gerisi takdiri ilahi.
Asla pes etmeyin!

14 Ocak 2020 Salı

TUTUM


Öncelikle iki anımı yazarak başlayacağım. Sonrasında bakalım kelimeler nereye gidecek?
İlkokula gidiyoruz bir ilkbahar ayında Çanakkale merkeze gezi düzenlediler. Beşinci sınıftayız, üçüncü sınıfta ilçeye okula başlamışım. Otobüsler gelecek, bizi götürecek. Ninemin, yumurta sepetine, annemle yolluk hazırladık. Sepetim o kadar güzel ki, heyecandan öleceğim. Herkes sırt çantası ve annesiyle gelmiş okula, ben sepetimle ve annesiz oradayım.
Gittik gezdik gördük. Dönüş yolunda üçerli oturuyoruz koltuklarda. Tabi herkes zaten arkadaş ben bu ikili ilişkileri ve arkadaş ilişkilerini geliştirebilen bir insan değilim. Ayrıca dışlanan bir çocuğum ya da öyle hissediyorum. Dönerken arkadaşlarla aramızda nedenini hatırlamadığım bir konuşma geçti. İsimleri ve yaşadığım olay dün gibi aklımda ama burada olmasalar bile isimlerini vermeyeceğim.
Biri yanlış bir söz söyledi, diğeride dedi ki; ‘ Öyle yapma Allah kızar!’ bende hemen çıkıştım. ‘Sen Allahın kızacağını nereden biliyorsun? Allahla konuştun mu?’ buz gibi bir rüzgâr esti. Tüm yol boyunca o ikisi fıkırdadılar ama ben bozuldum.
Kliniğe yeni başladığım dönemlerdi. Bir hemşire, hemde bizim oralı, aman nasıl mutluyum, hem hemşeri, hem hemşire, birini gördüm ve çalışıyorum diye anlatamam. Bir gün benim masamın sağında olan acilin lavabosunda ellerini tıkıyor. Nöbet çıkışı onu görünce kanım kaynadı herhalde ellerimle beline dokunup şaka yaptım. ‘Günaydın.’ dedim.
Arkasını döndü ve bana kızdı. Hemde çok kızdı. Sen ne biçim insansın, ben böyle şeylerden rahatsız olurum falan diye. Bende özür diledim. Birde kızdım kendime, yav bu ne samimiyetsizlik kendine gel Püskül dedim.
Çok zaman geçmedi. Bizim nezaketi ve güzelliğiyle göz dolduran diş hekimiz de bir gün aynı yerde benim yaptığım hareketi hemşehrime yaptı. Aman, hemşehri bir sarıldı kadına, nasılsın günaydın diye, bir cilveleşmeler, bir nezaketler.
Ben tabi arkalarında masada oturan masum köylü, acıların kadını modunda seyre daldım. Sesimi çıkartmadım. Ondan sonra öğrendim ki; ye kürküm ye!
İşte o kürkü yemem!
Hayatım boyunca dik başlı, dediğim dedik, inatçı oldum ama ailevi sebepler, hayatı fark etme öğretimin geç olgunlaşması, ergenlikteki çılgınlıklardan zevk almam diyerek bu konuyu kapatıyorum.
Tüketmem, vitrine önem vermem. Ama içindekiler, benim için hazinedir. Saygı ve sevgiyi önemserim. Saygı tamam da sevgi benim için çok önemlidir.
On üç sene neredeyse klinikte çalıştım ama hiç kimseye konumundan dolayı saygı duymadım. Örtger’den korkuyordum o ayrı! Menfaatim doğrultusunda hareket etmedim. Karşımdaki bana zarar vermiyorsa yardım etmekten çekinmedim.
Hayatım boyunca bu düstur bendeydi ama maalesef bunu çıkarttığınızda toplum tarafından dışlanan bir birey oluyorsunuz. Çok zorlandım, yıprandım bütün çatışmalarımı bunun üzerine iç dünyamda yaşadım. Kimseye hayatı zindan etmedim.
Aman karıkoca çalışıyorsunuz, kızınıza temalı bir doğum günü yapıverin diyenleri duymadım ama bunu yapmadığım için vicdan azabı asla hissetmedim.
Önüme ne gelirse ben bunu yaparım ki gözüyle hareket ettim. Bizim ailede bir sistem vardır. Geridönüşüm. Bu harika bir şeydir. Tüm kıyafetlerimiz geri dönüşüme gider. Ve bunları birbirimize veririz olmayan elime kalanlar için mutlaka ihtiyaç sahibi birini bulana kadar beklerim. Çocuklarıma oyuncak almam, kitap sınırsızdır. Oyuncaklar zaten hediye gelir. Gelmese de evdeki tencere tava harika bir evcilik kurma aracı.
Kıyafetlerin geri dönüşümü yanında ayrıca plastik ve kâğıt dönüşüme önem veririm. Şişeler anneme gider ve kullanılır. Eski yumurta kapları köyden yumurta gelir, tekrar gider, sıkılırsam kâğıt dönüşüme gider. Beğendiğim kıyafeti alırım ama onu yıllarca giyerim. Taki bitene kadar! Tüketmeyi sevmem. O kıyafeti dikerim, örerim. Şimdilerde oyuncakta örüyorum bizim ikinci çekirdek mest oluyor.
Yemekler kesinlikle değerlendirilir. Karnabahar kıymalı kaldıysa ertesi günü beşamel soslu makarnanın tabanına yayılır. Pilav mutlaka yayla çorbası olur. Elma kabukları sirke olur, portakallar ise pasta böreğe harika tat verir. Nohut yemeği kalmışsa harika nohutlu pilav oluyor tavsiyemdir.
Gelelim eşyalara, başkaları benim eşyalarımı beğenecek diye evime angarya istemem. Beni beğenen böyle gelsin. Gözü aç olana değil, gönlü aç olana kapım sonuna kadar açıktır.
Ekmekler mutlaka galeta unu olur. Ondan muhteşem Kıbrıs tatlısı da çıkar, köfte de olur, Şnitzel ise bayılarak  yenir.
Bunca yıllık emeğim var benim emeğimi boşa harcamam. Ama eğitime harcarım. Kitap alırım, en güzel lüks sofralarda yemek yerim. Nasıl yapmışlar diye merak eder, bende aynısını yapayım diye yerim. Reçelimi yaparım, salçamı da sağ olsun var olsun annemin desteği ile yapıyoruz.
Atık sular tuvalete dökülür. Asla sifona ekstra harcanmaz. Kirli elbisenin kirlenen kısmı çitilenip silinir.
İşte böyle arkadaşlar. Bu kürk meselesinden bende daha ne anılar varda bugünlük böyle olsun. Öncelikle bir insan üretecek, hiçbir şey üretemiyorsa fikir üretecek!
Tüketmeyi zenginlik yerine koyan görgüsüzlerden olmayın, üretin ve çalışın! Arada benim gibi depresyona girip ahaliye yemek ısmarlayabilirsiniz. Önemli olan bir eylemin olması değil sıklığıdır.
Kalın sağlıcakla…

11 Ocak 2020 Cumartesi

NAR


Geçenlerde bizim ikinci çekirdek, durmadan benden limon istiyor. Ama istediği bir türlü olmuyor, önce limonata sandım, yaptım içti olmadı. Sonra başka türlü dedi bu kez limonu sıktım şekerle karıştırıp verdim olmadı, ‘Portakal sık limon koy.’ dedi yine olmadı.
Nar buldu meyvelikten ,‘Anne bunu sık portakalda sık limonata yap.’ dedi bende nasıl yapacağım bilemiyorum gel yapalım.’ dedim. Portakalı sıktım narı da sıktım karıştırdım. Tam limonu sıkacakken dedi ki ;’O limon sıkılmayacak, ‘keseceksin kenarına koyacaksın.’ dedi. Pipet de isteyince anladım ki bir şey görmüş onu istiyor.
Nar elime geçmişken temizleyip yiyeyim dedim. Aklımda bir şey canlandı. Aslında bu yazı onun için ama çocukların dediklerinin anlamakta ne kadar zorlandığımı da bir anlatayım istedim.
İşe başladığım ilk dönemlerde Örtger Cemo yu evine şohben tamiratı için götürmüştü. Dönüşte şohbenden vazgeçilmişmiydi yoksa eski kalan tüpler mi vardı hatırlamıyorum. Bizi eve getirirken birde tüp getirdi. Sanırım evin eski eşyasız halini orada görmüştü.
Bir akşam kasa teslimi yapıyorum. Tabi o zamanlar akşamları Gacet da odaya giriyor ben teslim verirken özlü sözlerini söylüyor. Fazlası bizim, eksiği senin gibi gözümü korkutmayacak ama meslek hayatımı etkileyecek sözler…
İşte bu zamanlarda Gacet; sedyeye uzun bacaklarıyla oturur, sağ bacağını sol bacağının üstüne atar, sağ eliyle tutar ve parmaklarını dizine vurur, Hep özlü söz söylerdi. Ya da net sorular, bu ne oldu? Bu nasıl oldu der mesela?
Örtger dudakları sertleşip ciddiyetini hesaplara verirken ben aman bir yerde yanlış olacak diye tirtir titrerken. Gacet da tüm ciddiyetini ikimize verirdi.
Kasa tam ve sorun yoktu. Örtger yumuşak bir şekilde hayat nasıl Püskül dedi? Şaşkın bir şekilde iyi dedim. Sandım ki beni yollayacaklar. Başladı hayatın zorluğunda kadın erkek ilişkilerinden anlatmaya bende ciddiye alıp konuşuyorum bu arada sigortam yoktu, onu da söylemek niyetindeyim. Cemo’nunda sigortası yok! Bir arada laf bir şeye geldi. Gacet; ‘Kaçtın mı kız sen yoksa?’ dedi!
‘Nereye?’ dedim. ‘Cemale!’ dedi. ‘Yoo ‘dedim. Sonra olanları, babamı falan anlattım. Ama ağlamıyorum da sesim titriyor. Gururumu kaybetmek niyetinde değilim bana acımasınlar ama acısınlar. Yani işten atmasınlar ama dilenci sanmasınlar niyetim.
Gel zaman git zaman, zaman geçti gitti.
Benim sigortamı yaptılar, hemen hamile kaldım. Yani bu iş yanlışlıkla denmez ama şimdi bakınca düşüncesizlik diyelim. Geleceği düşünmeme, gençlik ateşi diye de ekleyeyim. Şunu unutmayın yanlışlıkla hamile kalmak diye bir şey yoktur. Bu aciz hemcinslerimizin sözüdür. Bu konuyu başka bir yazıda anlatacağım.
Hamile iken bir Ramazan ayıydı oruçluyum Örtger de oruç tutuyor. Akşam ezanı yedide okunuyor, çıkıyoruz klinikten beni arabasıyla bazen Samatya’nın oraya bazen eve kadar bırakıyor, oradan Bakırköy’e geçiyordu.
Bir akşam çıktık işten, Kumkapı’nın çift taraflı park etmiş araçlarının içinden araba ile trafikten sıvışmaya bakıyor. Oruçlu ya çok gergin! Biraz trafik açıldı, ilerliyoruz. Şak diye arabada meyve satan bir adamın yanında durdu. ‘Bu adam çok güzel meyve satıyor alayımda eve götüreyim.’ dedi. ‘Sana da alayım mı ?’diye ekledi. ‘Yok istemem.’ Dedim. Ne diye ya? Ben alırım narımı! Diye içimden geçiriyorum. İndi arabadan adamdan aldı. Bir geldi arkaya kendininkileri koydu bana da bir kilo nar almış, verdi kucağıma…
‘Al Püskül,  afiyet olsun.’ Dedi. Yav hocam bizimkiler yemez ne gerek var diye büktüm boynumu, ‘Narın gururumu olur !’dedi. Bırak şu gururu, biraz inadını yumuşat diye ekledi.
Utana sıkıla aldım. Beni bıraktı, bir ekmek alıp eve gittim. Baktım  evde kimse yok bir çorba içtim. Beş altı aylık falan hamileyim. Yorgun oluyorum o zamanlar, hemen yatıyorum Cemo da geç geliyor. Kapının dibine narı bıraktığım aklıma geldi. Bir nar yiyeyim de yatayım dedim. Gittim aldım. Kocaman nar. Oturdum kestim bir güzel temizleyip tabağa tane tane koydum. Açtım televizyonu, kaşık kaşık yedim. Sonrada uyudum.
İşte böyle bizim çekirdeğe narlı portakal suyu yaptım hem de kenarında limon süslü, sonra tıpkı o günkü gibi narı kestim temizledim, tabağa koyup kaşık kaşık yedim. Tv de seyrettim. Örtger’in ölmüşlerine de rahmet okudum.

6 Ocak 2020 Pazartesi

RUHUMUN BASİT İMTİHANI


Yıl 2004 klinikteki işime yeni başladım. Kayınvalidemin bir oda bir salon evinden ayrıldım. Büyük erkek kardeşim yanımızda. İşe başladıktan sadece bir hafta sonra yeni evimize taşındık. Babam devletin zorunlu misafiri, dokuz aylık evliyim.
Kardeşim kısa dönem askere gidip gelmişti. Bursa da yaşamayı planlıyordu. İstanbul’a gelmesini istedim. Ev bulduk taşındık. Eşya yok. Sadece yatak odası var. Beyaz eşyaları alacağız, o zamanlar kredi kartı diye bir şey yok. Kimse bize mal satmıyor. Cemo sigortasız nalburda iş bekliyor. Ben klinikte sigortasız çalışıyorum.
Düğünden kalan dört bilezik var. İkisi daha önce eve gitti. Eşya hiç yok. Isıtıcıda su ısıtıyoruz, boya kovasında ılıştırıp duş alıyoruz. Küçük meyve kasalarından ufak bir masa yaptık. Üstünde yemek yiyoruz.
Kefil bulduk eşyaları aldık. Maaşım 350 lira, kira 300 tl, beyaz eşyaların taksiti 250 tl, evde doğalgaz yok abonmanlık para, ocak yok, koltuk yok, ama Tv var, buzdolabı çamaşır makinesi, her şey alırlar ama bulaşık makinesi almazlar diye çeyizimde getirdiğim bulaşık makinesi bile var.
Klinikteki süreç çok sancılı, herkese kendimi kanıtlama bu işi bırakmamam gerekiyor. Cemo malum iş bulursa gidiyor. Makine mühendisi memleketlisinin yanında işlere gidiyor. Haftalık 100 lira belki kazanıyor.  Büyük erkek kardeşim iş arıyor ama o da yaşadıklarımızdan sonra depresyonda!
Sancılıyım bu iş biterse ben yanarım. Kendimi ispat etmeliyim bu insanların güvenini kazanmalıyım derdindeyim. Ama ast üst ilişkisi fena, Örtger zehir gibi…
Bir gün bir öğle yemeği sırasında, yemeğini yiyip pet bardaktan çayını içmekte olan Gacet, bizim Karlos ile konuşuyor. Bende yanlarında yemeğimi yiyip kaçma derdindeyim. Aman kızarlar diye uzun tutmamak için acele ediyorum.
Gacet mesleklerin anlamlarından bahsediyor. ‘Düşünsene bazı mesleklerin hiç anlamı yok! Biz insanların hayatlarına tutunuyoruz, bir anlamı olan mesleğimiz var. Bankacılar öylemi? Sadece meta işleri. Mesela Püskül tek işi para almak ve vermek, iki üç fiş kesmek kayıt açmak.’ diye ekliyor.
Ben içimden aha bu adam beni gözden çıkarttı beğenmedi yaptığım işin basit temelli ve aptalların işi olduğundan bahsediyor diyorum. İçimden bu iş benim için ne kadar gerekli bir bilsen diye geçiriyorum. Allahtan tabağım bitiyor da kalkıp masama dönüyorum.
Basit, hiçbir zeka gerektirmeyen, anlamsız bir iş cümlesi kafamda dönüp duruyor. Bir yandan bu iş bitecek beni bırakacaklar diye ödüm kopuyor.
Beş para yok! Görümcemden eski koltuklar geldi, birisi iki çekyat verdi. Birisi eski halısını derken ev yavaş yavaş adam oluyor. Doğalgazı Cemo çekiyor eve. Ama boya yapmış olmamıza rağmen baca temizliği sırasında evi mahvediyor. Tüm duvarlar simsiyah.
Basit zekâ gerektirmeyen, meta yüklü aptal iş! Bu adamlar için ben kolay vazgeçilen bir çalışanım cümlesi kafamda dönüyor. Cemo sürekli iş bulamıyor. Akşamları yemek yapmak ev işlerini yapmak zor geliyor. Yorgunluktan ölüyorum. Kliniğin salonu hıncahınç hasta ile dolu. Muayene on lira, sıra bitmiyor. Enjeksiyona hesap sırası koymayı planlıyoruz.
Cemo bazen işe gitmiyor bile… İş yok! Kardeşim iş arıyor ama depresyonda! Evde hep yatar halde, saç sakal birbirine karışmış.
Bir yaz akşamı işten çıktım. Cebimde beş kuruş yok. Kasada on lira eksik çıktı, cebimdeki beş lirayı koyup beş lira hacıdan borç aldım. Eve yürüyeceğim gocunmuyorum zaten yürümeyi severim. Basit, zekâ gerektirmeyen bir iş lafı beynimde dönüyor. Kardeşim berbat halde. Samatya hastanesinin altından geçerken yolu değiştirip sahile iniyorum. Oturuyorum kenardaki taşa!
Başlıyorum düşünmeye. Bu dünya ne ya? Babam orda, annem orda, kardeşim berbat halde Cemo işsiz, benim elimde ne var ki? Berbat işe yaramayan bir insanım ben. En iyisi atayım kendimi kurtulayım diyorum.
Ruhum sanki bedenimi idam etmeye kararlı ve bedenimi suçlayacak birçok savı elinde. Beş para etmez okumayan, saçma sapan evlilik yapan, beş para etmez bir insansın diye haykırıyor. Atacağım bu suya, tuzunda boğulayım. Burnumun deliklerinden genzime kaçıp acımtırak bir halimle öleyim en iyisi.
Bir saat orada öylece kalıyorum. Yaz akşamı herkes yürüyüşe çıkmış, çoluk çocuk karı koca, bizim herif kahveden gelse evde uyur. Kardeş desen bu dünyaya gelmesem daha iyi modunda. Aha bir salak da ben! Bu dünya ne ya?
Eve döndüm, son kalan bulgurdan pilav ve az kalmış yoğurttan ayran yaptım. Kardeş yemedi. Cemo gelmedi ben yedim. Sonra Cemo geldi tokum dedi.
Aldım kardeşi çıktık dışarı kuşların meydanına indik oturduk banka! Sustuk önce, sonra başladı konuşmaya, neler yaşadığına okulda başına neler geldiğine, neler hissettiğine, kaç kere ölmek istediğine kadar konuştuk.
O gün kardeşinin de bunu yaşadığını bilmiyordu. Bilmemeliydi o sağlıklı düşünemiyordu, benimse ölmeyi gözüm kesmiyordu.
Çünkü dünyamda ben kendime gerekliydim. Basit zekâ gerektirmeyen bir iş olsa da benim bir işim vardı. Ben bu dünyayı kurtaramazdım ama kendimi kurtarmalıydım. Anamın acısına ben acı katmamalıydım. acıma yüklenip ayağa kalkmalıydım.