17 EYLÜL 2014 tarihinde kendime bir açıklama yapmışım.bundan sonraki süreci daha detaylı ve akıcı bir şekilde yazmak istiyorum.
2010 yılından beri blog yazıyorum. Her üzüntü duyduğumda, mutsuz olduğumda, klavyeye sarılmışım.
Demek ki; tuşlar insanlardan daha sabırlı! Yıllardır içimden geçenleri hiç tanımadığım uzman birine, kendi yolumu çizebilmek için, anlatmam gerekiyormuş.
Bilgisayarım yanımda, kısa bir tatil hevesindeyim yine...Oyun oynarken babasının burnunu kıran oğlum, bu aralar ermeye çalışan kızım, anılarıma yenisini eklemeye çalışan ben, eskisinden daha çok sevdiği yere giden eşim, doğduğum yere
gidiyoruz.
Eskisi kadar yazma konusunda isteksiz değilim.bazen saçmaladığımı düşünüp her şeyden vazgeçme noktasına gelsem de , oturup ufak tefek yazılar geleceğe anılar biriktirme gayreti gösteriyorum.
Okuyan, destekleyen, yorumlayan eller dert görmesin.Eyvallah İstanbul!
Ne yapacaktım? İstediğim buydu. Hep istediğim, hayal ettiğim
bu değimliydi? Hayal kurmuştum ve hayalim gerçekleşmişti.
Örtger’in baskılarına, hayal kırıklığına katlanmıştım. 10 yıldır
aynı işyerinde çalışıyordum. Bu benim için terfi etmek gibi bir durumdu.
Bir yandan da röntgen teknisyenliği gözümü korkutuyordu. O gece
eve gittim. Cemo ile hiç heyecanlı olmayan bir şekilde paylaştım. O da
heyecanlanmadı. Hayırlı olsun, istediğin oldu, bundan sonrası da istediğin gibi
olsun dedi
İçim kıpır kıpırdı. Mutluluğumu ve heyecanımı haykırmak
istiyordum. Belki Cemo ile kutlama yapabilirdik. Annemler çok mutlu olurlardı. Arkadaşlarım
“Sen yaparsın.“ derlerdi. Olurdu bu iş!
Soranlara uçan
tekmeyle dalasım geliyordu? Sen yaparsın, bak başın sıkışınca yanındayım
diyecekleri yerde herkes nasıl olacağını soruyordu.
Kayıt dönemini bekliyordum.
Beklemeye başladım. Kayıt olacaktım ne olursa olsun ya diye
geçiriyordum içimden!
Hacı; yıllardır tek dayanağımdı. Sabahları, rutin işlerimi
yaparken, günlük siyaset konuşurduk. Ben hayatı sorgulardım o da doyurucu
cevaplar verirdi. Kliniğin en verimsiz görünen ama işçi motivasyonunu sağlayan
patroncu değil gerçekçi biriydi.
Neresi bozulsa, tamir gerektirse o bakardı. Yaptığınız başkasına
ama öğrendiğiniz kendinize kafasındaydı. istanbulda elimden tutan biri varsa o Hacıdır.
Tüm hayatı reddedişlerimi, sorgulayışlarımı, katlanmazlıklarımı; sakince
dinler, benim kendi cevaplarımı vermememi sağlardı. Birde eksikleri gidermemi
herkesten önce ben yaparım diye atlayışlarımı desteklerdi.
“Eeee ne olacak? “ Dedi.
Kendiside röntgen teknisyeniydi. Ve “Mesleği araştır, duruma
bak bakalım.“ dedi.
Kayıt ücretini ne yapacağımı, okulun saatlerini, nasıl
gideceğimi araştırıyordum. Okula kayıt olmaya gitmeden önce; tüm bilgiler
elimde olmalıydı. Yeni açılan bir okuldu, internet sitesi yeni açılmıştı. Tüm eşdeğer
okulları, bu mesleğin getirisi götürüsü neydi? Kimler okumuş, nerelerde
çalışıyorlardı? Neler yapıyorlardı?
İş bulma sitelerinde ne kadar ilan vardı? Hepsini tek tek
araştırıp not alıyordum. Bir yandan da kayıt olmadan kayın validemle ve Örtgerle
bunu nasıl konuşacağımı düşünüyordum.
Çok zor ama keyifli bir sürecin beni beklediğini umuyordum.
Herkes sen yaparsın diyordu.
O dönemlerde kliniğimize bir
çalışan daha geldi. Mesleki deneyimi olmayan kliniğe joker elemanı diye
getirilen bu kişi; Örtger’in memleketten arkadaşının oğluydu ve klinikte joker
eleman olacağı herkesin yerine çalışabilen bir eleman olması için her birimi
öğrenmesi gerektiği , söylenmişti.
Benim ile aynı üniversiteyi kazanmıştı. Bölümü ise
ameliyathane hizmetleriydi. Bir kaç hastanenin bronkoskopi bölümünde
çalışmıştı. Uzun süreli bir işi olmamıştı. Ailesi üniversite okutup hayatını
kurtarmayı planlıyordu. Yirmili yaşlarını geçmiş, bir türlü balta ile sap ilişkisi
arasında olamamıştı.
Hacı benden çok uzaklaşmıştı. Şimdi düşünüyorum da her şeyin
farkına varmıştı. Örtger sabah sohbetleri esnasında yanımıza geliyor ve
tutarsız davranıyordu. Bağırıp çağırıyor. Sohbetimizi kesiyor, engelliyordu.
Bana da bir türlü dozunu ayarlayamadığı bir davranış biçimi
vardı. Getirdiği eleman başlarda ne kadar azimli biri gibi görünse de, iş
zamanında kaytarmaktan hoşlanan, patronları görünce çalışan, işine geldiği gibi
davranmayı huy edinmiş biriydi.
Bazen hiç anlamsız başımıza gelir,“ Eee bugün ne öğreniyoruz
derdi .“ bu genellikle patronların duyması
için yüksek sesle ve ortada olurdu. Sabahları işe gelme konusunda sıkıntıları
vardı.
Yıllardır çalıştığımız bu şirkette Örtger hariç kimsenin geç
gelme hakkı yoktu. Olsa bile herkes birbirini idare ederdi.
Çalışma isteği olmayan, iş disiplini edinmemiş, başladığı
işi bir türlü sonlandıramayan, yaptığı iş için kafa yormayan, iş eğitimi
verdiğinizde sadece anlamlı gözleri patron yanında kazanan bir tipi destekleyen
Örtger, bize gelince neden böyle saçma sapan davranış geliştiriyordu.
Çok daha farklı şeyler düşünmeye mecbur kalıyordum. Ne yapacağım
ben nasıl açıklayacağım bunu kayınvalideme acaba okul nasıl olur diye
sorgulamaya başladım. Bir yandan Cemo; “Zaten bir işin var.“ diyordu.
Benim n’ apacağımı, nasıl yapacağımı eksiksiz anlatacağım,
elinden gelen tüm desteği cömertçe benim için kullanacak bir eşe, nasıl
yapacaksın sorusunu sormadan beni dinleyecek sen yaparsın yapmazsan ne
kaybedeceksin diyecek dostlara, arkadaşlara ihtiyacım vardı.
Ev alabilmek için üç
yıldır bir sitemde para biriktiriyorduk. Cemo maaşıyla evin geçimini
sağlıyordu. Ben yetemediği yerde destekliyordum. Birikim yapıyordum. Mevcutta elimizde;
ev alabilmek için birikim yaptığımız bir sistem ve neredeyse iki yıllık okul
ücretini karşılayabilecek paramız vardı. Bir arabamız hali hazırda Cemo’nun ödediği
bir banka kredimiz de devam ediyordu.
Yapardık, yapardım?
Tüm yolları araştırıyordum. Radyolog olarak çalışanlarla
görüşüyordum. Mesleğin bütün ayrıntılarını neler gerektiğini, kadın olarak,
bana getireceği riskleri, diplomamla ne olacağımı her şeyi…
Kredi çekerdim, işe devam ederdim, kızımı tam gün okula
gönderirdim. Okurdum…
İşle yürütürdüm ama Örtger acaba bu elemanı neden almıştı. Kliniğin
ortasına pat diye hiçbir işe yaramaya niyetli olmayan, iş dışında başka bir
şeye ihtiyacı olmayan bu elmanı neden getirmişti?
Okul saatlerimiz aynıydı. Benim yerime olamazdı. Beni takviye
edemezdi.
Ev alma hayaliyle biriktirdiğimiz bu parayı okuluma harcayacak
mıydım? Ya sonra işten çıkarılırsam ortada kalırsam ne olacaktı?
Eşimin ve kızımın hayatını sırf bu iş için bu konforsuz eve
hapsederek mahvetmiştim. Yine isteklerimin, hayallerimin peşinden koşuyordum. Zaten
evdeki sorumluluklarımı yerine getiremiyordum. Bu iş yükü ile daha sorumsuz bir
eş, anne olacaktım.
Hacı hiçbir şey söylemiyordu. İçime soruları bırakıp
çekiliyordu kenara, Gacet bambaşka sorunları ile uğraşıyordu. Röntgen
teknisyeni Püskül diye takılıyordu.
Nasıl yapacağım, ne olacağı konusunda hiç konuşmuyordu. Sen yaparsın
demiyordu. Belki klinikte devam ederdim. Diplomamı kullanırdım. Profosyenel olarak
Gacetla çalışmak mutluluk verirdi. Çünkü bunca yıl, benim zekâ ve becerimi öven,
bu konuda yol yordam gösteren, yaş almış kişilerden biri de oydu. Keşke olaylar
karşısında sessizce bekleyip cevapları bulan biri olmasaydı.
Hacı beni hayata tutan ise, tutunacağım dalı keşfetmemi
sağlayan kişi Gacettı.
Sessizdi. Yine bekliyordu. Olayları akışına bırakmıştı. Hacı
da öyle…
Bir gece Cemo arkadaşlarıyla plan yaptığı bir gece ya da eve
gelmediği bir gece, hiç uyumadım.
O gece; zaten mahvettiğim bir ailem olduğunu, bu paranın ev
almamız için gerektiğini, istediğim için, hayallerim için ailemin hayatını
tekrar sıfır noktasına getirmemem gerektiği kararına vardım.
Arayışlar, son bulmalıydı. Zaten bir işim vardı. Hayalim ikinci
bebeğimi doğurup evde olmaktı. kızımla yaşayamadığım annelik duygusunu doyurmak
istiyordum.
Hayallerim hangisiydi? Okuyup meslek sahibi olarak yine bir koşturmaca
da kendimi bulmak mı yoksa evimde kavuşamadığım hayallerimle kucağımda
bebeğimle yaşamak mı? Hangisini daha çok istiyordum?
İkisini de!
Ama iki seçenekten birini seçmeliydim.
Evimde olmayı, ikinci bebeğimi doğurmayı ve artık Örtger’in
sinir bozucu bu davranışlarından kurtulmayı seçtim.
Okul kaydı için Cemo ve kızımla gittik. Kayıt süresini
uzattıkları için aramışlardı. Ücret konusunda anlaşmaya varırsak kayıt olacaktım.
Muhasebe sorumlusuyla görüşmeyi beklerken bunları düşünüyordum. En azından on
bin lira nakit verme teklifimi kabul ederlerse kredi çekecek şartları
zorlayacaktım.
Kabul etmediler.
Eve döndüğümüzde, hemen uyumak istediğimi söyleyip, tüm eşyaların
üst üste göründüğü güneşi bile görmeyen yatak odasının ortasına kendimi
bıraktım.
Kendi isteğimle hayallerimden vazgeçmiştim. Ne Örtger’i ne Gacet’ı
ne de Hacıyı görmek istemiyordum.
Cemo neden beni motive etmemişti. Elimden geleni yaparım
dememişti? Neden erkenden çocuk doğurmuştum. Kaleme kâğıda doymadan neden
kucağıma bebek almıştım? Kızımın da hayatını mahvetmiştim, daha da mahvetmeye
meyilliydim.
Hacı hayırlısı olsun dedi. Gacet sessizdi.
Bence hacı o dönemler gideceğinin farkındaydı ama yaka paça
klinikten kovulacağı aklının ucundan bile geçmiyordu.
Eğer bu yazıyı sonuna kadar okumuş ve buraya kadar gelmişsen
asla vazgeçme olur mu? Kafandaki ikilemlerden kurtul, istediğini yap. Asla; elde
ettiğin hayallerinin yolundan yürümekten vazgeçme!
Şu an otuz
üç bloklu bir sitede oturuyoruz. Her bloğun kendine ait temsilcisi oluyor. Her temsilci
yönetimi seçme kararını elinde bulunduruyor. Ayrıca aidat ödemiyorlar. İki yılda
bir yapılan seçimlerde temsilci adayı olabiliyorsunuz.
Mevcut site
temsilci yönetim seçiminde blok temsilciliği adayı oldum. Her blokta yaklaşık
kırk daire var. Benimle birlikte iki erkek adayla yarıştım. Birisi güvenlik
amiri diğeri alt komşumdu.
Komşuluk ilişkilerimizi
geliştirmek, görevlilerin verilmeyen asgari geçim indirimlerini verilmesi için
çalışmak, blok temsilcilerinden alınmayan aidatın alınması yönünde çalışmalar
yapmak niyetindeydim. Eğer yönetim böyle bir imtiyaz tanıyorsa benim görev ve sorumluluklarımı
vermeli, denetlemeli bunu bir maaşa bağlamalı diye düşünüyordum.
Blok sakinlerini
dolaşıp kiracılar ise ev sahiplerinden vekâlet almalarını, ev sahibiyseler oy
kullanmalarını söyledim.
Sabah erkenden
kalktım evi düzenledim, çamaşır astım, bulaşık yıkadım, kahvaltı hazırladım. Büyük
olasılıkla erkek adaylar kahvaltılarını edip kahve içerlerken ben yerleri
siliyordum.
Seçimin başladığında
sandığın başında oldum. Vekâlet aldıklarımın yerine oy kullandım. Kırk dairelik
bloktan 22 daire oy kullandı.
Sandık sayımına
gittiğimizde 22 imza 24 oy çıktı. Üç adaya itiraz ederlerse, seçimin
yenileneceği itiraz etmezlerse iki oyun kendi seçimleriyle iptal edileceği
söylendi.
Erkek oldukları
için onlara nezaket gösterdim. İki zarfı seçtiler, iptal edildi.
Sandık başında
beni destekleyen, vekâlet alan kiracı arkadaşım vekâlet kağıdını getiren
komşumun kağıdına itiraz etti. Neden yerleşim yeri yazmadığını sorguluyordu. Ve
kâğıttaki ev sahibini aradı. Ev sahibi vekâlet verdiğini söyleyince, sustu.
İşlem bittikten
sonra bende neden böyle düşündüğünü sordum. Öyle yapıyorlar dedi. Kendileri dolduruyorlar
dedi. Bende bunu ben bilmiyorum, siz bildiğinize göre sizde öyle yapıyorsunuz
dedim.
Uyumsuzlar. Sağ
olsun alt komşum inanılmaz uyumsuz biridir.
18 konut
ikametçisi oy kullanmadı. Mevcutta hemcinsim olup kiracı olanlar bile ev
sahiplerinden vekâlet alabilme becerisi göstermediler.
Kadın kadına
destek olmazsa olmaz bu işler.
Kadınlar her
işin üstesinden gelir klişesini kullanmayacağım. İnsanoğlu üstüne düşen sorumlulukları
ve içindeki gücü kullanabilmeli.
On üçe dokuz
oyla alt komşum bina temciliğini kazandı.
Bende akşama
ne yemek yapsam diye düşünüyorum.
Kızım ikinci sınıfı bitirdiğinde okula yerleşirsem, onu
tamgün bir okula naklettirecek ve bunun için elimden geleni yapacaktım.Nüfuslu birinin yardımı gerekiyorsa, bir yardım çarkı
dönüyorsa bunu kullanmaya razıydım.
Hayatım boyunca kimsenin yardımıyla hareket etmemiştim. Acaba
orada tanıdık kim var, elimizden nasıl tutar? Düşüncesi bana tersti. Bir iş
olursa olur olmazsa olmazdı işte.
Maalesef bizim ülkemizde işlerin olurluğu konusunda çok
büyük bir şansa, onun yanında başarıya, birde yardım edecek hala dayıya ihtiyacınız
var.
Eğer tek başınıza bir işi yapmaya kalkıyorsanız, çok zor ve
yıpratıcı yollardan geçmeniz gerekiyor. Ama sizin ile aynı konumu, üç beş
tanıdığı olanlar da kazanıyor.
Böyle olacaktı. Yapacaktım. Nasıl nasıl okuyacaktım. Okuduğumda
ne olacağım beni ilgilendirmiyordu. Zor yöneticilere, Örtger den alışıktım. Süreç
biraz zorlayıcı olacaktı ama nasıl olsa kayınvalidem var diye düşünüyordum. Mutlaka
işyerimde bu konuda destek olurdu. Kimse olmasa Gacet bana yardım ederdi. Aklımdan
geçen maddi anlamda değil manevi anlamda destekti.
İşler kayınvalidemle aramızdaki gerginlikle iyi gitmemeye
başlamamalıydı. Hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya çalıştım. Kızımdan vazgeçemezdi.
Öylede oldu. Kendiliğinden aramızdaki buzlar eridi. Her şekilde öğretmene
hediyeler vermeye beslenmesinden paylaşmaya devam etti kızım.her seferinde
benim hazırladıklarım çıkartılıp yerine poğaça börek konuluyordu. Çocuğun yanına
havuç konulur muydu?
İstediği kabul görme çabası mı yoksa paylaşımcı biri olma
yolunda mı bir türlü kafamda oturtamıyordum. Aslında yaptığı iyi bir şey
olmasına rağmen çevremizdeki velilerin tutumu beni çok etkiliyordu.
Kendini kabul ettirme çabasıyla da bunu yaptırabilirdi ama
işte o zamanlar içinde bulunduğum durumda bir türlü kafamda oturtamıyordum.
Ne öğretmeninden ne de bir başkasından benim çocuğuma
imtiyaz gösterilmesi taraftarı değildim. Benim çocuğum başkasının hakkını gasp
etmeyi öğrenmemeliydi. Başkası benim kızıma hayatı boyunca unutamayacağı kötü
anılar bırakmasın, benim çocuğum da böyle bir durum yaratmasın niyetindeydim.
Böyle bir olaya sebebiyet verirse, bende buna seyirci kalamazdım. Mutlaka müdahale
eder ve düzeltmeye çalışırdım. Bazı olayları çocuk bunlar diye görmezden
gelebilirsiniz ama bazen bu okulda öyle saçma olaylar oluyor, içinden
çıkılamıyordu ki; insan böyle vicdani dürtüleri gelişmemiş insanların
olamayacağına inanamıyor.
Bir gün Zoze’nin annesinin evine gittiğimde tesadüfen
kızımın öğretmeni de oradaydı. Sanırım ilahi bir tesadüftü. Uğramayı
düşünmüyordum. Yolumun üzerindeydi ama Zoze arayınca gitmek istedim. Sanırım bir
işimiz de vardı. Zoze sınıf anasıydı, ailesi ile aynı mahallede oturuyorlardı. Annesini
babasını, kardeşlerini tanıyordum. Bazen oraya geçtiğimi Cemo duyduğunda; “Seni
nüfuslarına alsınlar.“ diye takılıyordu.
Annesi beni çok severdi. Babası da öyle… Bir zamanlar bir
işlerinde yardımcı oldum diye, zavallı amca benim için çiğ köfte yoğurmuştu. Sonraları
“Bu yaşlı adama neden bu eziyeti yaptım ne gerek vardı.“diye çok pişman oldum. Birçok
yemek çeşitlerini, doğuya özgü kültürleri sorguluyordum. Yaş almış insanlara
karşı bir zaafım vardır. Merak dürtümü onlarla doyurmaya çalışırım. Her
gittiğimde mutlaka bir yemek bilgisi alırdım. Bazen onlar da yemek yerdik ve
nasıl pişirdikleri ile ilgili sürekli sorular sorardım.
Mesela içli köftenin irmikle yapılacağını onlardan öğrendim.
Hala şekil verme aşamasında onlar kadar becerikli olmasam da, eskisinden daha
lezzetli yapabiliyorum. Evimizde pişen kıvamı tutmazsa sudan çorbası denilen Suzan
çorbası diye bir çorbamız var.
İşte böyle yemek konuşuruz diye gittiğim bir akşam, kızımın
öğretmeniyle karşılıklı çay içerken, öğretmeninin anlattığı bir olay beni
derinden sarstı.
Kronolojik olarak doğru gitmiyorum. Öncelik okul meselesi!
İşyerinde henüz bir şey belli değildi. Sınava girecek,
tercih yapacak daha sonra yerleşirsem her şeyi konuşacaktım.
O dönemlerde; yapacağım, nasıl nasıl bu işin üstesinden
geleceğim diye düşünüyordum. Sınava girdim. Çok kötü olmayan, fazla ışık
vermeyen bir puan aldım. Zaten niyetim; özel okulda okuma ve okul ile işi aynı
anda yürütmekti.
Tercih zamanı geldiğinde; en çok istediğim en yakın olan
okuldan, en az istediğime doğru bir sıralama yaptım. Okul tatil olmuştu, kızım
köye gitmişti. Tercihlerin açıklanması ve hayatıma bir an önce yön vermek için
sabırsızlanıyordum.
Bir kandil günü, kızımın özleminden burnumun direği
sızlarken, tercihler açıklandı. Son tercihim olan, Bayrampaşa da, yeni açılmış,
özel bir üniversitenin röntgen teknisyenliği bölümüne yerleştirilmiştim.
Tercihleri yapmadan önce; tüm okulları, ders saatlerini,
öğrenci yorumlarını neredeyse hatim etmiştim. Ama öncelikli tercihlerim
tutmamıştı. Benimle birlikte üniversite okuması için teşvik ettiğim diğer
çalışan arkadaşlarda yerleşmişti.
Onların okul ücreti daha yüksekti ve bunları karşılayacak güçleri
vardı. Yüzde elli burs kazanarak, ikinci öğretim, röntgen teknisyenliğine
yerleşmiştim. Yüzde elli burs ile yıllık ücret on dört bin liraydı.
Bundan sonra her şey paraya ve işyeriyle yapacağım anlaşmaya
bakıyordu. Okumak için işten çıkış saatlerim daha erken olması gerekiyordu. Haftada
üç gün işten daha erken çıkıp okula gitmeli, gece eve geldiğimde, günün
yorgunluğunu atmadan evdeki sorumluluklarımı yerine getirmeliydim.
Örtger sorun çıkartsa bile, Gacet beni destekler diye
düşünüyordum. Paranın önemi yoktu. İsterse maaşımdan kesinti yapsınlar,
isterlerse işe daha erken gelirdim. Ama manevi desteği Gacet tan bekliyordum.
İlkokul 2. Sınıfa geçtiğinde daha aktiftim. Yeni
arkadaşlıklar edinmiştim. iş yerinden ufak tefek izinleri rahatlıkla alabiliyordum.
Kendime de daha çok zaman ayırmaya çalışıyordum. Evin yükü devam ediyordu.
Artık yeni bir hayata başlama hevesindeydim. Okuyacaktım. Bunun
için üniversite giriş sınavına kaydoldum. Hem okuyacak, hem çalışacaktım. Kızımın
naklini tam gün bir okula alırsam, her şey istediğim gibi olacaktı. Haftada üç
gün akşamları okula giderim, işten belki izin alırım diye düşünüyordum.
Yapardım ne olacak ki?
Okul hayatına yeni başlayan kızım çok mutluydu. Enerjisi yerindeydi.
Birinci sınıfın stresini atmıştık. Üstelik anaokulundan arkadaşı, geçici olarak
onların okulunda başka bir sınıfta eğitim alacaktı.
Nesliydi, bunu duyduğuma çok sevinmiştim. Yürüyüş arkadaşı bulmuştum.
Zaten sosyalleşmeye başlamıştım. Ve sabahları işyerine yürümek için bir yoldaş
bulmuştum.
Okuldan da arkadaşlarım vardı. Kızımın arkadaşlarının
annelerini kendime uygun olanları seçmiştim. Seçmemiştim aslında, bu iş olağan
bir şekilde gerçekleşmişti. Sadece sonradan meşhur ezici sınıf anası doğum
yapmış yerine, Mardinli arkadaşım Zoze geçmişti.
Gonca ile ise arkadaşlığımız; bir okul gezisinde pekişmişti.
Birbirimize hikâyelerimizi anlatmış ve bıkmadan dinlemiştik.
Zoze ile ise çocukları tiyatroya götürmüş, ardından
annesinin evinde kahve içip sohbet etmiştik. Annesinin enjeksiyonu yapılması
gerekiyordu, yardımcı olmuştum. Benimle arkadaşlığını o da pekiştirmek
istiyordu.
Sınıfta birçok hemcinsim vardı. Özellikle kız anneleriyle
yakınlık kurmak istiyordum. Bunu açıkça dile getirmiş olmama rağmen kimse
yanaşmıyordu. O zamanlar mimliydim.
Zoze de Gonca da erkek anasıydı ve çocuklarla birlikte vakit
geçirmek zordu. Zoze ye sık sık
ziyarette bulunuyordum. Bazen o beni arıyor bazen de ben gerekli durumlarda ona
veya annesine uğruyordum.
Nesli …
Onun yeri apayrı. Bir yıl boyunca yürüdük. O konuştu ben
dinledim. Ben konuştum o dinledi. Ne konuşmaktan ne de dinlemekten yorulduk. Bazen
kahvaltı etsem bile bir kafede oturur enikonu çay içer kahvaltı ederdik.
İştahla ikinci kez kahvaltı edişimi seyrederdi.
O da benim gibi yoğun çalışıyordu. Etkinliklere katılmaya fırsat
bulamıyordu ama biz her fırsatı değerlendirmeye çalışıyorduk.
En kötü iç döküşlerimiz de bile kahkaha atacak bir neden
buluyorduk. Yetişkin bir kadındı. Yetişmişti ve benim içimdeki coşkuyu,
heyecanı dışa vurmamı sağlıyordu. En önemlisi netti. Bir şeyi lafı
dolandırmadan söylüyordu. Tükenmeyen kelimelerimi anlıyor, dinlemekten
bıkmıyordu.
Sabahları heyecanla okula gidiyor okulun önünde onu
bekliyor. Bugün ne konuşacağız, acaba nerede oturacağız diye merak ediyordum.
Kızıma da arkadaşıyla olmak iyi gelmişti. Aynı sınıfta
değillerdi ama birbirlerini kısacık teneffüslerde bulabiliyorlardı. Sınıfına
yeni bir arkadaşı gelmiş yan yana oturuyorlardı. Annesi hafız, baba
karayollarında ihale işleri yapıyordu. Dört çocuklu bir ailenin ikinci
çocuğuydu.
Kızım o kadar seviyordu ki her akşam ertesi gün arkadaşına
ne hediye götüreceğini düşünüyordu. Her gün beslenmeye bir sandeviç, bir meyve
daha ekletiyordu. Bu benim çok hoşuma gidiyor onun iyi bir kız arkadaşı
olmasını destekliyordum.
Okumayı bir türlü becerememişti. Yazma da yine sıkıntılar
vardı. Benim gibi okumayı seven biri değildi. Geceleri uyumadan önce mutlaka
kitap okurduk artık onun bir sayfa benim bir sayfa okumam şeklinde yol
almıştık.
Kelimeleri, yanlış okuyor,
bazı yazıları tersten yazıyordu. Aslına bakarsanız sıkıştırılmış bir hayat yaşıyorduk.
Akşamları eve gelip, yemek yememiz saat dokuzu buluyordu. Çünkü Cemo sekizde
evde oluyordu. Dokuzdan sonra benim uykum geliyor ve yapmam gereken bir işim
oluyordu.
Kızım ise bir türlü kendiliğinden dersleri yapmıyor ya da
fazlasıyla yapıyor, yaptıklarının hepsi bazen yanlış oluyordu. Çemkiriyordum. Bir
sürü işim olduğunu artık büyüdüğünü sadece zorlandığı yerlerde bana gelmesini
söylüyordum ama mutfaktan bin beş yüz kere başına gidiyordum.
Şimdiki aklım olsa kesinlikle ilk üç yıl yanında oturur,
dersi bittikten sonra işime bakardım. Kafamda işler öyle büyüyordu ve Cemo öyle
yorgun oluyordu ki; her şeye acele ediyordum.
Okulda ise daha aktiftim. Öğretmen bazen beni bir takım
işler için çağırıyor, bazen ise iletişime geçiyordu. Bazı hemcinslerime karşı
ise ön yargılıydım. Mesleki tecrübelerime dayanarak kişisel çıkarlarından başka
bir şey düşünemeyen, oturduğu yerden ahkâm kesip, kendinden başkasını gözü
görmeyen insanlar olduğunu düşünüyor uzak duruyordum.
Bir tanesi bir okul pikniğinde; bağıra bağıra kıyafetlerim
ve gözlüklerimle dalga geçecek kadar kendine güvenen yüreksiz insan tipindeydi.
Diğeri bu sözleri duyup muhteşem kahkahasını atan diğer tip. Saçma geliyor
değil mi? Çocuklar değil anaları çocuk gibi… Çocuklar bile böyle ukala
davranışlar içerisinde bulunmaz!
Sadece bu değil bir veli toplantısında, kızımın en yakın
arkadaşı olma aşamasındaki veli en öndeki sandalyeden, “Bu sınıfta ondan başka
kimse yok mu?“ diye sorguluyordu. Aslında fitili 3. Atom ateşlemişti. Önce ona
çocuğunuza beslenme koyun, daha çok ilgilenin diye serzenişte bulunmuş,
artından ateş bana gelmişti. Hiçbir şey dememiştim. Ne diyebilirdim ki? Desem bu
zihniyet değişir miydi? Değişmezdi. Kuyruğu sıkışan kedi gibi tırmalayan
insandan ne beklenir?
O kadar saçma sapan cümlelerin uçtuğu toplantılar oluyordu
ki; en arkada sessizce beklemek bana iyi geliyordu. Zaten bir şey söyleyecek
söylerdi. Bir anne diğer anneye sizin oğlunuz sürekli dışarıda oynuyor benim
oğlumda istiyor lütfen onu içeride tutun diyordu.
Düşünsenize hangisi daha şanslı sizce? Saçma sapan
konuşmalar devam ediyordu. Sınıfa getirilen kitapların ahlaki değerlerinden
bahseden anne tam takım yemek takımını öğretmenler odasına kurup ziyafet çeken
eski sınıf anasıydı.
Sessizce arkalarda kalmak ve bu saçmalığa şahit olmak beni
yoruyordu.
Okul meselesi olursa kesinlikle tam gün okula başlaması
gerekiyordu. Ve daha çok çalışan anne babaların olduğu bir okul olmalı. Evde oturup kafasında saçma sapan şeyler
kuran, kendiyle mutlu olmayan insanlardan daha uzak olmalıydım.
Bundan sonra değişmeye başladım. Artık kızım okula bir şey götürmesine
arkadaşına hediyeler almasına kızmaya başladım. Öğretmenine sürekli hediye
götürmek istemesine sinir oluyordum. Bunu bir çeşit insanları kendine bağlama
yolu olarak kullandığını düşünüyordum.
Bir akşam iş çıkışı Zoze’nin annesinin evine gitmiştim. Tam çıkışta
Zoze kızımın bugün anneler günü için öğretmenine çiçek getirdiğini söyledi
haberim yoktu. Babaannesiyle ayarlamışlar. Zoze bunun doğru olup olmadığını
sorguluyordu.
Eve hışımla gittim. Kapıyı açtığımda kızım üzerime atladı. Sakin
değildim. Anne öğretmenime çiçek götürdük,
çok sevindi diyordu. Ben hem ona hemde kayınvalideme çok abarttıklarını,
artık yeter bir şeyler vermekten vazgeçmeleri gerektiğini söylüyordum.
Sen neden karışıyorsun ki? Diyerek hışımla döndü annem. Evine
git dedi. Kızım ne olduğunu anlamadı. Eve gidince ona da çemkirdim.
Bu yıl okulu kazanırsam kayınvalidem akşamları kızıma nasıl
bakacaktı. Onu iyice sinirlendirmiştim. Kızıma da çemkirmiştim.
Ne için okula gönderiyoruz çocukları? Bu çocuklar ne için
sabahın köründe uyanıp, kahvaltı bile etmeden, gözleri bile aymadan okula
gidiyorlar?
İzahı zor bir soruyla başladım. kaşığı tutmayı, saçını
taramayı bardaktan su içmeyi, tuvaletini yaptıktan sonra yada yapmadan önce
yapması gerekenleri biz öğretiyoruz. Okula ise kalem tutmayı öğrensinler,
okusunlar yazsınlar işte! Öğretmen, doktor, mühendis olsunlar, para kazansınlar,
rahat bir yaşamları olsun diye gönderiyoruz.
Peki, bu gerçek mi? Gerçekten ne bekliyoruz okuldan ve
öğretmenden?
Onları akademik olarak eğitsinler, bu sistemde parmakla
gösterilecek birey olsunlar. Bol bol test çözsünler, herkesten üstün olsunlar,
herkes onlara gıpta etsin diye…
Ve sistem niye böyle? Kiminin çocuğu tam gün eğitim alabilen
devlet okullarında ya da özel okulda okuyabilirken, kimilerinin çocuğu ikili ve
sıkıştırılmış eğitim almak zorunda? Neden çocuklarımıza daha hayatının en
başında eşit olmayan bir eğitim hayatını sunuyoruz?
Devlet politikaları, yaşam koşulları, büyük şehirlerin
kalabalığı, yetersizlik bir sürü bahane bulablirsiniz….
İste tüm bu soruları o zaman düşünmeye başladım. O zamana kadar sağlık alanındaki eşitsizliği
görüyor, insanların sistem içinde nasıl boğulduklarına şahit oluyordum. “Başına
gelmeden bilemiyor insan!“ sözü tamda burada geçiyor.
Aynı eşekten düşen farklı düşünen insan tipi de diyebiliriz.
3. Atom tanışma toplantısı düzenlediğinde; henüz tanımadığı
otuz iki öğrencinin en az yirmi velisiyle karşı karşıyaydı. Veliler öğretmen
değişikliği karşısında tuttukları yastan çıkmışlardı. Bundan sonra daha iyi
olacağına inanan bende oradaydım.
Tüm veliler çocukları hakkında bilgi almaya çalışıyordu. Öğretmen
daha yeni olduğunu söylemeye çalışsa da, herkes çocuğunun eksiklerini söylüyor
ekliyordu. Montunu giysin, zorlayın yemeğini yesin, paltosunu, kitabını
unutmasın, lütfen masraf olmasın derdindeydiler.
Ben ise; sınıfa bir kütüphane kuralım. Herkes birer tane
kitap alsın, dönüşümlü okusunlar ikinci dönem almayı yineleyelim, sıraları
monteserro eğitimine göre düzenleyelim, perdeleri sürekli yıkayalım, sınıf
anası olarak gönüllü biri olsun, derdindeydim.
O gün toplantıya çok konuşan ana olarak geçtim. Ne olduğu
değil, onlar içini nasıl olduğu önemliydi.
3. Atom sınıf anası seçmek istemiyordu. İdare ederiz ve
eksiklerimizi de kendi aramızda hallederiz diyordu. Ama hepimiz sınıf anası
olması taraftarıydık. Ben eski sınıf anasının devam etmesi yönünde bir fikir
sundum.
Üç yardımcı ekleyip eski sınıf anasında karar kıldı. 3. Atom.
Aslında yapmak istediği tüm anneleri becerilerine göre kullanmak ve bunu
zamanla tanıyarak yapacaktı. Kimseye bağlı kalmak istemiyordu. Veya başına
gelebilecek olayları seziyordu. Çünkü deneyimli bir öğretmendi.
Böyle bir sosyo kültürel bir çevrede öğretmenlik yapmamıştı
ama sanırım az çok anlayabiliyordu. Bende; sınıf analığının aslında kadınlarda
ezici bir güç olarak görüleceğini, kendini 2. Öğretmen sanacağını, tatmin
olmadığı var olmak düşüncesini doyurmak için uğraşacağını hiç düşünmemiştim.
Zamanla insanların yan yana yürümekten değil üstüne basarak
merdivenleri çıktığına gözlerimle şahit oldum.
Benim içinde öyleydi. Çocuğumun akademik başarısını
önemsiyordum ama öncelikli sorunumuz birbirimize alışmamız ve benim
yorgunluğumu görmezden gelerek sabırlı olmam gerekiyordu.
İş hayatımdaki stres, yaşam biçimi kendine ait olan ve tüm
zıtlıklarımla beraber yaşadığım bir eşim, ne yaparsam yapayım bir türlü
yaranamadığım bir kayınvalidem vardı.
Tv karşısında birisi uzanırken diğeri çocuğa ders yaptırmaya
uğraşıyorsa orada bir cazgırlık mutlaka oluyordu.
Zaten ben eve gelmeden bir saat önce evde olan kızım babaannesiyle
okuldan çıkıp, istediği , kalem silgiyi aldırmış,tv karşısında dersini
yapıyordu.
Kapıyı açıp manzarayı görünce hemen öfkeleniyordum. Bu böyle
devam etti. Önce yazmaya sonra yazdıklarını okumaya başladı. Aktif bir çocuktu,
bazen boyundan büyük laflar eder, bana annemmiş gibi davranırdı. Aslında benim
yaptığımı bana taklit ederdi. Ben ona karşı öyle davranıyordum.
Bitmek bilmeyen bir merakım vardı. Akşamları işlerimi
bitirdikten sonra, hemen o gün gördüğüm, beğendiğim ya da öğrendiğim şeyleri
yapmaya çalışırdım.
Kızımda merakını benden almıştı. O da ben gibi inatçı,
meraklı ama çalışkan değildi. Çünkü her seferinde sen bilmezsin denilerek
büyümüştü. Babaannesi çorabını giydirmiş, tuvalette temizliğinde yardımcı
olmuş, saçını taramış, kıyafetlerini eline vermiş, gerekirse giydirmişti.
Aslında ne kadar sevgi dolu görünse de bu tembelleştirici
bir davranış biçimiydi. Bana geldiğinde ise hayatının sorumluluğu ondaydı. Defterini
toplaması, yatağınız düzeltmesi, saçını taraması,kitabını okuması ve dersini
yapması kendi sorumluluğundaydı.
Buna ne kadar teşvik edersem edeyim aslında teşvik kısmı
bence doğru değildi. Çünkü ben sert ve katı kurallar koyarak bunu yapmaya
zorluyor yapmadığında ise çemkiriyordum.
Doğru değildi. Fazlasıyla anaç bir kadının elinde büyüyen
biri için bende fazlasıyla sert bir patron edasıyla davranıyordum.
İnsanları seven, arkadaşlık kurmaya çalışan ve topluma ilk
kez katılan kızım için hayatı zorlaştırıyordum. Hem okulda yaşadıklarıyla hem de
benimle baş etmek zorunda kalıyordu.
O zamanlar kendini kabul ettirmek için hediye vermeye
çalıştığını düşünüyordum. Sürekli bir arkadaşına hediye götürmek bir şeyler
vermek istiyordu. Onu hediyesini kendi eliyle yapmaya zorluyordum. Ama
babaannesi her okul çıkışında yaptığı gibi yine istediğini alıyor, okula giderken
de ona para veriyordu.
Benim hazırladığım beslenmeler atılıyor, yerine köşedeki
fırından poğaça alınıyordu. Bir gün öğretmenine hediye götürmek istediğini
söyledi. Bende bunun iyi bir fikir olduğunu ve ona çok sevdiğim kitabı alıp
hediye edebileceğini söyledim.
O dönem MOMO yu okumuş hayatı gerçekten sorgulamaya başlamıştım.
Herkese MOMO alıyor ve hediye ediyordum. Gittik ve kitabı aldık. İçine yazı
yazdım ve okula gönderdim.
Öğretmeni mutlu olmuştu ve kızımın tahtaya ilk yazdığı
cümle“ Annem öğretmenime kitap aldı.“ oldu.
Öğretmenin gözünde kitap hediye eden, velilerin gözünde ise
geveze bir kadın olarak tarihe geçtim.
Örgü örüyor, dikiş dikiyor ve sürekli yeni şeyler öğrenmeye çalışıyordum.
Çocukluğum da öğrendiğim tığ işini, lise yıllarında yaptığım vitray boyaları
tekrar deniyordum. Örgü örmeyi Hatice teyzem öğretmişti. Çok erken yaşta
evlenmiş ve İstanbul’ yerleşmiştim.
O zamanlarda meraklıydım sürekli bir şeyler yapmaya… Bazen Aksaray’dan
Eminönü’ne tramvayla gider,elime geçen bütün hobi malzemelerini alırdım. Dikiş dikmek
yeni elbiselerde falan işe yaramıyordu. Attığım kumaşların sayısı oldukça
fazlaydı. Örgüye vakit bulmam için uykusuz kalmak zorundaydım.
Hiç bir şey yapmasam bile sürekli hobi eşyaları, bir gün
belki işime yarar diye birçok dikiş malzemesi alıyordum. Durmadan hobi
sitelerini inceliyordum. Hoşuma giden şeyleri yapabiliyor olmaktan çok hoşlanıyordum.
Blog aleminde insanların durmadan ürettiğini görmek canımı sıkıyor. Neden ben
böyle şeylere vakit ayıramıyorum diye hayıflanıyordum.
Her şeyi merak eder hale gelmiştim. Evde sirke yapmaya
çalışıyor, tereyağı nasıl olur diye kafa yoruyordum. Peynir denemesi bile
yapmıştım. Köyü özlüyor oradaki insanların enerjilerine hayran kalıyordum.
Kadınların, haftada bir ekmek yapacak güçlerinin olması. Bu iş
kesinlikle beden gücü gerektiren bir şeydi.
Bir zamanlar köyde herkes haftalık ekmeğini yapardı. Bağ bahçe de, her
gün, düzenli olarak çalışmalarına, ürettiklerini elde etmelerine hayran
kalıyordum.
Bizim balkonda maydanoz bile yetişmiyordu. Köyde bir yaşam
kurmak ve ölene dek orada kalmak istiyordum. Merakla birlikte internette
sürekli araştırma yapmaya ve okumaya başladım. Kitap yorumları okuyor, el işi
videoları seyrediyordum. Bazen eve o kadar yorgun gidiyordum ki; görüp denemek
istediğim şeylerin malzemelerini iş çıkışı alsam bile yapmaya fırsatım
olmuyordu.
Hayatı sorguluyordum. Böyle sıkıştırılmış bir hayat yaşamak zorunda
mıydım? Sabahları erkenden ayaklanıp, gecenin yorgunluğu için tekrar yorulmak,
erkenden evden çıkmak, bambaşka insanlara güler yüz göstermek, merak ettiğim
hiçbir şeyi deneyememek zorunda mıydım?
Hayatı sorguluyor, su üstündeki saman tanesi gibi
sürüklendiğimi hissediyordum.
Evde olsam istediğim kadar uyusam, dinlensem ve meraklarımın
peşinden gitsem diye hevesleniyordum. Bu mümkün değildi. Tüm ailemi peşimden bu
eve sürüklemiştim. Sanki, mülteci kampı gibi bir yaşam sürdüğümüz; mutfağı yan
komşunun tuvaletine bakan, camından karşı komşunun camını görebildiğiniz, biri
gelirse diye düzenli bir salona sahip olmak istediğiniz bu eve gelerek hepimizi
uzun soluklu, zoraki hayata sürüklemiştim.
Bir gün; köye dönecek taş evimin bahçesinde kitabımı okuyup
kahve içecektim. Bunun için bu şehirde çok çalışmam, sevmediğim bu evde ve bu hayatı
yaşamam gerekiyordu. Cemo da köyde yaşamı bilmeyen hayatı boyunca bu küçük
evlerde, televizyon karşısında yaşamış bir insandı. Gitmezdi.
Evinin arkasında muhteşem bir dağ manzarası yoktu. Eliyle karpuzu
koparıp, yere vurup yarıp, avuçlayarak yememişti. Tarlaya gidip, köy ekmeğinin
arasına bir dilim peynir, dalından koparılıp konmuş biber ve domatesle
yememişti.
Taze sütün hayvandan nasıl sağıldığını, onların nasıl otlatıldığını,
yazları insanların kışlık yem hazırlıkları için ne kadar uğraş verdiklerini
bilmiyordu.
Şimdiye kadar hayatını kolaylaştıran annesi ve annesinin
ondan iki kat hayatını kolaylaştırdığı abisi ile yaşamıştı.
Babaları öldükten sonra komşuları tarafından babasının vasiyetiyle bir ustanın
yanına yerleştirilmişti. İlkokulu bitirdiğinden beri çalışıyordu. Dünyanın en
ağır yükünü kendisi taşıyormuş gibi davranıyordu.
Onun yükü; aslında yaşadığı hayattı. Daha sade, daha mutlu
olabilirdik. Bu onun asla mümkün olmayacağı kanaatindeydi. Gidelim buradan her
şey razıyım. Bir küçük barakamız olsun yeter, sen ustasın elinden her iş
geliyor emin ol daha çok çalışacaksın ama sabah uyandığın manzara ve duyduğun
sesler seni daha mutlu edecek dediğimde; bunların sadece emeklilik hayalleri
olduğunu, eğer çalışmasaydım belki şansımız olabileceğini söylüyordu.
Şimdi çalışmak zorundaydım. Bu aileyi sürüklediğim bu
hayattan kurtarmak için çalışmak zorundaydım.
Köyde yaşayanlar ise; İstanbul da düzenli bir işim, muhteşem
bir çalışma ortamım olduğunu, iyi para kazandığımı düşünüp hayıflanıyorlardı. Düzenli
iş, para ve mevkinin aslında hiçbir şey olduğunu bilmiyorlardı.
Şerefli bir yaşam ve çalışkanlık her şeye bedeldi. Komşunuza
selam vermeden geçmek, yan tarafınızda kimin oturduğunu bilmemek, acaba başıma bir
şey gelir mi diye yollardan yürümek…
Sabah kalkıp tarlasına gidebilen, bahçesinden taze sebze
meyve yiyebilen insanlara, bunları alabiliyor olmak ve bunları alabilmek için
çalışmak daha cazip geliyordu.
Kızım ilkokula başladığında artık buradan dönmek bambaşka
hayata tutunmak için bir çok yol arıyordum. Bunu köyde yaşadığımda, anneme
yardım bile etmediğim peyniri yaparak, sağmadığım ineklerin sütüne para verip
alarak, yoğurdumu mayalayarak, hatta sabun bile yapmaya çalışarak tatmin olmaya
çalışıyordum.
Artık ilkokula başlamıştı.
Öğretmen seçimi yapmamıştık. İlk gün ben izin alamadığım için babasıyla
gitmişti. Okulun en yaşlı öğretmeninin sınıfındaydı. Cemo ya hemen değiştir
dedim. Abarttığımı düşünüyordu.
İlkokul üçe kadar köyde okumuş, dördüncü ve beşinci sınıfı
ilçede tamamlamıştım. Bizim mezuniyetimizden sonra emekli olacak yaşlı bir
öğretmen ile iç acıcı olmayan anılarım vardı. Evet, parlak bir öğrenci değildim
ama keşfedilmesi gereken maden olabilirdim!
Eve gittiğimde, Cemo; aslında matematik öğretmeni olan
arkadaşının ona yaz başında kendi arkadaşını önerdiğini ama bunu bana söylemeyi
unuttuğunu söyledi. Bu şimdi mi söylenir diye çemkirdim.
Madem tanıdığımız biri vardı. Neden bunu halletmemiştik?
Kızım benim yaşadığımı yaşamamalıydı. Devir değişmişti. İyi bir öğretmende eğitim almalıydı. Hem sevecen
hem de hırslı bir öğretmen olmalı, kızım sağlam bir temel eğitimle yola devam
etmeliydi.
Ertesi günü okula gidip öğretmeni değiştirdim. Müdür yardımcısı bana çok pişman olacağımı
söyledi. Madalya takacak hali yoktu. Tabii ki öyle söyleyecekti.Buna hiçbir
zaman pişman olmadım. O dönem branş öğretmenleri ataması gerçekleşti meğer
bizim öğretmen matematik öğretmeniymiş. Daha serbest çalışıp aynı maaşı almayı
ve kendi branşını yapmayı terci etmişti.
Başka bir okuldan bir öğretmen daha geldi. Bu öğretmen
sürekli sınıfta değildi. Tanışmaya gittiğimde sanki devam etmeyecek geçici
biriymiş gibi davranmıştı. Nitekim öyle oldu. İki ay içerisinde o da gitmişti.
Milli eğitimde köklü değişikler devam ediyordu. Biz daha
birinci dönem bitmeden üç öğretmen devirmiştik. Arkadaşları ise iki öğretmen! İstanbul’un
en eski okullarından birinde, İstanbul’un en eski, kalabalık semtinde ikili
eğitim veren bu okulda da bunca yıl bu kadar öğretmen değişikliği olmamıştı
herhalde?
Müdür, ikinci eski öğretmen ve üçüncü yeni öğretmenin
katıldığı bir veli toplantısı düzenlendi. Kadınlar ikinci öğretmenin gitmemesi
için imza topluyorlardı. Milli eğitim şikâyet hattına okulu şikâyet
ediyorlardı. Bilmedikleri şey; sistemin yaptığı bir şey olduğu ve sistemin
yarattığı mağduriyeti şikayet etmeleri gerektiğiydi.
Toplantıda müdür de eski öğretmende konuşması gerekenleri
konuştular. Bunun son kez yaşandığını ve sistemdeki sıkıntıdan bahsettiler. Ama
bizim öğretmenler gününde, tam takım yemek takımı ile öğretmenlere masa kuran,
okulda aktif olmaya bayılan sınıf anamız ve arkadaşları; en arka sırada giden
öğretmen için ağlıyorlar, bağırıp yas tutuyorlardı.
Tam bu sırada 3. Ve yeni öğretmenimiz geldi. Artık ondan 3. Atom diye bahsedeceğim. Kimse hoş
geldiniz bile demedi. Öylede kenarda dikiliyordu. Benimde hissettiğim bu
saçmalıklara dayanamayıp sınıfı terke etti. Bu onurlu davranış alkışlanmalıydı.
Ama ağlamak ve dert yanmakla meşgul olan analar; bunu bir saygısızlık olarak
düşünüyorlardı.
Sabahları en geç altı da uyanıyor, evdeki dağınıklığı
topluyor, hazırlıyordum. Akşama ne yemek pişecekse onun ön hazırlıklarını
yapıyor bazense hazırlayıp bırakıyordum. Eşim bizden erken kahvaltı edip gidiyordu.
kızım ise; kahvaltı etmekte zorlanıyordu.
Yedi buçukta evden çıkmış, yolda yavaş yavaş yürüyerek okula
gidiyorduk. Bazen geç kalıyorduk. Hadi diye yinelemekten sıkılıyordum. okula
bıraktıktan sonra yola düşüyor. Her zaman geçtiğim yollardan geçiyordum.
Cerrahpaşa durağında durup kitabımı okuyor ve hep yaptığım gibi, beyaz şeritli
perdesi olan evin ışığının yanmadığını görüyordum. Ahşap evin, dış kapısının
tam üstündeki saatin asılı ve doğru olup olmadığını kontrol ediyordum.
Aksaray’a geldiğimde Ziraat Bankasının boş alanındaki
kuşları yem yemeye çalışırken insanların adımlarıyla kaçışmalarını ve tekrar
aynı noktaya gelmelerini görüyordum. Çiçekçiler yeni işbaşı yapmaya
çalışıyorlar. Esnaflar gecenin yorgunluğuyla yeni kepenklerini kaldırıyorlardı.
İşyerine geldiğimde hemen üstümü değiştiriyordum. Çay demlenmiş
ise alıyor günlük olarak düzenle yaptığım işlerimi yapıyordum.
Kartlı sistemden, bilgisayar sistemine geçildiği için, önce
hastaların eski kartlarını topluyor, hepsini işliyordum. Defterler, hasta kayıtları,
geceden kalan eksikler. Çoğunlukla birkaç hasta bekliyor oluyordu. hemşire ve
doktorlar biraz daha geç gelirdi.
Sürekli bir hemşire değişimi olurdu. Yıllarca bizimle
çalışmış olan tek doğrunun kendi yaptığı olduğunu düşünen hemşiremiz, bir
hastanenin başhemşireliğine geçmişti. Hemşire ve temizlik personeli düzeni bir
türlü oturamamıştı. Gelenler hem Örtger’e hem bana dayanamıyorlar. Bazen de biz
onlara dayanamıyorduk.
Sürekli işleri tekrardan anlatmak, basit bir şeyi
becerememiş olmalarına kızıyordum. Olmayanları tamamlamak hastaları rahatlatmak
zorunda kalıyordum. Üstüne birde her gidenden kalan iş yüklerini üstüme
alıyordum. Örtger ise ortamı germe görevini layıkıyla yapıyordu. Hemşireyi gönderince
de sen nesin ki ,ne yapıyorsun? edasıyla aslında arkada işlerin nasıl
yürüdüğünü bilmiyordu.
Yeni yeni kızımla beraber kalmaya başlamıştık. Bazen acaba İstanbul
da bir hayatım olmasaydı nasıl olurdu diye düşünüyordum.
En büyük sevincim küçük erkek kardeşimi bu hayatın içine
sürüklemeyişimdi. En azından okuluna yakın bir yerde ve büyük erkek kardeşimle beraber
bir yerdeydi. Bir daha geri dönüşüm mümkün olmadığını düşünüyor, içten içe
yaptıklarıma kızıyordum.
Büyük erkek kardeşimde eğer dönersek ve evi almak istersek
daha yüksek bir fiyata bize satabileceğini söylüyordu. Ben ise nasıl olsa
yıllarca yaşadık şimdi de eğer başımız sıkışır ise hep beraber yaşabilirdik
diye düşünüyordum.
Ana okuluna başlayan kızımla her Pazar planlar yapıyorduk. Bir
hafta tiyatro, ikinci hafta mutlaka etkinlik üçüncü hafta mutlaka sinema, son
haftada ise bir AVM gezisi…
Şimdi düşünüyorum da; aslında ben evde kalırsam çocuğumla ne
yapacağımı bilmiyormuşum. Yıllarca aramızda kuramadığımız bağı yaptıklarımla
kapatmaya çalışıyormuşum. Aslında bize gerekli olan duygusal bağımızı kurmamızmış.
Evde kalıp beraber vakit geçirmek, kitap okumak, televizyon
seyretmek yada beraber yapacağımız aktivitelerde bulunmak, bu temizlik yapmak
bile olabilir.
Ben ise Pazar sabahı dahil erkenden kalkıyor neredeyse tüm
işleri bitiriyordum. Akşam yemeği bile hazır oluyordu çoğu zaman, bitmiş halde
onunla etkinliğe gittiğimde onu içeriye bırakıyor kendime dinlenecek köşe
arıyordum. Tiyatro da ise çoğu zaman uyuyordum ama gözlerim açık oluyordu.
Ana okulunda çoğu zaman basit dersler veriliyordu. Bunları yapmakta
zorlanmıyordu. Okulda ise sürekli bir
etkinlik vardı. Üstüne bende işliyordum ama asıl işlemem gereken anne çocuk
bağıydı. Onu büyütmediğim için bunun farkında değildim.
Kayınvalidemin, kızıma karşı inanılmaz bir bağı vardı. Bizi inanılmaz
iten ama onu kucaklayan. Aslında kayınvalidemle ilişkimiz olur olmaz eften bir
durum karşısında açılmış ve yıllar önce Gacet ın yine aklını kullan konuş
onunla demesiyle; karşıma alıp konuşmuştum. İkimizin de kadın olduğunu ve
birbirimize hayatı kolaylaştırırsak daha mutlu ve iyi bir aile olacağımızı
söylemiştim. Ailede herkes birbirinin kusurlarını örterse o ailedir. Değil mi? Bir
türlü şu kromozom işini anlatamadım ama o hala benim ona çekmiş olduğum için
ilk kız çocuğu doğurduğuma inanıyor.
Aklına yatmıştı bu söylediklerim. Yıllarca annesiz büyümüş,
kendinden yaşça büyük biriyle evlenmiş, genç yaşta dul kalmış ve çocuklarını
büyütmek için elinden geleni yapmış bir kadındı.
Sürekli yardım etmekten ve karışmaktan hoşlanırdı. Zaten yaşlı
olduğu için kızıma kimsenin ona değer vermediğini hissettiği dönemlerde bakmaya
başlaması hayat vermişti. Onun unuttuğu bana da unutturduğu şey kızımın bana
ait olduğuydu.
Kızım büyürken hiçbir şeye müdahale edememiştim. Yemeğine,
saçına, kıyafetine, hiçbir davranışına karışamıyordum. Onu kırmak ta
istemiyordum, beklide bu kadar yoğun çalışırken ve yoğun bir hayat
sorumluluğumun içerisindeyken benimde kolayıma geliyordu.
Ama evde tüm sorumluluğu bana verip oğlundan hiçbir
beklentisi olmaması sinirlerimi bozuyor ve beni öfkelendiriyordu.
Okuma yazma bilmiyor ama benim söylediğime değil,
televizyondan duyduklarına inanıyordu. her hafta kızımı alırken, taşındığımızda
akşamları kızım bizim evimize geçerken“ Dikkat et ha’’ diye tembihliyor. Kızımın
yemeyeceği yemekleri yapmamamı söylüyordu.
Ama bir sabah kahvaltısını, akşam yemeğini bile bizimle yemiyordu.
Ben hazırladığım her şeyi ona götürüyordum. Aynı aileydik ama farklı kapı
komşusu gibiydi.
Ana okulu çok güzel geçti. Hatta kızıma arkadaşlarıyla bir
doğum günü bile yaptık. Veliler aklı başındaydı, öğretmeni ise her şeyi yapmak
isteyen ve annesine her şeyi yaptırmak isteyen kızımı tolore edebiliyordu.
Ana okulu bittiğinde küçük erkek kardeşimde liseyi bitirip
köye döndü. Kızımda o yaz dayısıyla köye gitti. Yaz tatillerini köyde
geçiriyor, bende yıllık iznimden ufak kaçamaklar yapıp gidip geliyordum. Bunu bir
rutine bağlamıştık. Köyde çok mutlu ve aktif oluyor, şehrin keşmekeşsinden kurtuluyordu.
Onu özlüyordum ama gittiğinde ise kendim kaldığıma hem
seviniyor hemde dinlendiğimi düşünüyordum. Cemo ile ikimiz evde
geçirebileceğimiz planlar yapıyorduk.
Bir de kayınvalidem mutfak camından bizim mutfak camına;
tabi attınız çocuğu oraya keyfinizi sürersiniz diye bağırıp tüm enerjimi
almasaydı daha güzel olabilirdi.
Dörtten beri ayaktayım. çamaşır astım, kızımın istediği bebeği bitirdim, bulaşık makinesini çalıştırdım, kahve içtim. Yazıyı da yazıyorum ama uykum fena! Uyumamalıyım sabah sekide kızım kursa gidecek. Yazı yarı hazır. İçime sinmedi kaldığımız yerden belkide başka yerlerde kalmak üzere...
Merak ettiğiniz kısımları yorumlayabilirsiniz.
Herkes şaşırmıştı. Çünkü bu kararı; Dr.Gacet’dan önce
kimseyle paylaşmamıştım. Karlos “Neden vazgeçtiğini düşün?“ diyordu. “Yani bu
vazgeçtiğin büyük bir vazgeçiş değil, kaybın büyük değil, ona göre karar ver.“diyordu.
Hacı ise; bu kadar yaşam değişikliğimin üstüne birde
yıllarca emek verdiğim bir işte, bunca şeye katlanmışken vazgeçmemin doğru
olmadığını söylüyordu. Bak eleman aranıyor artık Gacet ile konuş o zaten
gitmeni istemiyor, gitme diyordu. Yıllarca hepimizi bu kliniğe bir patron
edasıyla köle etmişti. Evet, hacı, hacı sanki patron gibiydi. Bazen ise babamız
gibi…
Geç kalsak kızar, işinize sahip çıkın derdi. En çok benim en
büyük destekçim ve yıllarca Örtger’e katlanma sebebim oydu.“ Sabırlı ol, doğru
bildiğinden şaşma, sen kazanacaksın.“ derdi. “Bu adam böyle kabul et. Sen onlar
için, onlar senin için nimet. Hazır iş bırakılır mı? Daha ne istiyorsun,
dışarıda maaş ödemeyen, ortamı kötü birçok işyeri var. Bu yüzden bunca yıllık
emeğini neden bırakıyorsun?“ Diyor. “Zaten eşinin işi belli değil, sen yeni bir
hayatın başındasın, biz çok gördük bunları, patron böyle olur ne olacak ne
bekliyorsun?“ diye ekliyordu.
Yıllarca patronlarımızın hakkını savunan, bizim klinikte
tabiri caize eeeşşşek gibi çalışmamızı sağlayan bu adamı; hiçbir sebebi yokken,
neredeyse yaka paça klinikten kovan kişi Örtger di.
Başına bunların geleceğini bilseydi yine aynısını yapardı. Doğruluktan
yanaydı, aldığınız parayı hak edin, hastalar sizin ekmeğiniz saygı
göstereceksiniz diyordu.
Örtger böyleydi işte oğlunun vefatında, yanında destek olması
için giden, kliniğimizin en yaşlı elemanının bile gözüne bakmadan kovabilecek
kadar, unutkan, bencil, tuhaf…
Bunları yaşamak istemiyordum. Bu saçma sapan, gereksiz öfke
nöbetleri beni yıpratıyor, gelecek kaygılarımı arttırıyordu. Ortada hiçbir şey
yokken bunu yapan bir yönetici daha neler yapmazdı.
Hacının baskıları ve Gacet’ın bir gün kalp spazmı
geçirmesi.(buna ben sebep oldum diye içim içimi yiyordu. Daha sonra da burnunun
kırılmasına sebep oldum.). Evdeki; neden bunu daha önce yapmadın baskısı ile
birleşiyordu.
Gacet in odasına girdim. Örtger konuşmak istiyor dedim. Gacet sağ eliyle kapıyı itti. Oturmamı
söyledi. “Ne düşünüyorsun, gitmeyecek misin? “ dedi. Konuşalım dedim. Şimdi
sana bir yönetici olarak konuşmayacağım, düşünki karşında bir abin, amcan var
dedi. Senin çalışmandan ben memnunum, Zekâna hayranım, Örtger’in
davranışlarının farkındayım, böyle çalışmak zorunda değilsin, buna da katılıyorum.
Ama sen bunca yaşam değişikliğinin üstüne daha stresli hale geleceksin. Düzenini
bozma. Aklını kullan dedi. Kafamın tepesine eliyle saçlarımı karıştırıp( Gacet
sevgisini böyle gösterir). Konuşuruz deyip odayı terk etti.
Şimdi düşünüyordum da bu da bir insanı boşluğa bırakma
psikolojisi…
Örtger ve Gacet aynı odada konuştuk. Belki bu kez adam gibi
bir konuşma yaparım diye geçirdim içimden. Tanı kodlama eğitimine gidecektim,
izin alırım, birde cumartesi iznini ekledim mi bu iş tamamdır dedim.
Örtger özrü kabahatinden büyük bir konuşma yaptı. Gacet sessiz
kaldı. Bir iki teorik birşey söyledi. Cumartesi günlerini konuşamadan, odadan
çıktım.
Kaldım…
Bitmedi…
Aslında tanı kodlama eğitimi için, özel bir üniversitenin
sürekli eğitim merkezine kayıt olmuştum. Eğitimi alacaktım. Bir arkadaşım,
devlet hastanesinde kodlama için eleman alımında bana kolaylık sağlayacaktı. Eğitimi
alırım işi ayarlar işten ayrılırım diye düşünüyordum. Gacet benimle konuşmuştu
ama ben ayrılmayı uzun vadeye atmıştım. Kalacaktım ama vazgeçiş değildi. Sadece
daha yumuşak bir ortamda ayrılmam daha iyi olacaktı. Bu sürede birkaç özel hastane
ile de görüşme yaptım. İnsan kaynaklarının en merak ettiği şey böyle iyi bir
maaş ve iyi bir statüyü neden bırakıyor olmamdı. Hâlbuki o dönem asgari ücret
ile aramda sadece altı yüz lira fark vardı. Bu da resmi izinlerim ve Cumartesi
tam gün çalışmamı düşününce az bileydi.
Tanı kodlama eğitimi o dönemlerde yeni kayıt sisteminde
geçiyordu. İleri seviye bilgisayar bilgisi gerekiyordu. Nerdeyse bir maaşım
kadar eğitim ücreti yatırdım. Ama okul sürekli tarihi öteleyince bende
vazgeçtim. Zaten paramı da üç ay sonra geri aldım. Eğitim yeni başlamıştı.
Örtger’in tavırları yumuşamıştı. Öfke nöbetleri geçiriyordu
evet ama ben artık ağlama krizleri geçirmiyordum.
O yıl işte kalmamı, Dr. Gacet, Dr Sonic, Dr. Pimapen, Dr Şeker ile birlikte
köyde muhteşem bir hafta sonu geçirerek kutladık.
Gelincik tarlalarında gezip, güveç kabında yuğurdu
kaşıkladık. Aileleriyle gelen doktorlarla birlikte harika bir hafta sonu
tatiliydi. Bizim ev kalabalıklaşmış. Maviş gözlü ninem o zaman ayakta ve hâlen hoşsohbetti.
Eşler çok uyumlu ve insan severdi. Hepimizin tadının damağında kaldığı bir
geziydi. Bence ; Gacet ve ben benim gitmeyişimi kutlamıştık.
Kazdağlarında gezmiş, salçalı köy ekmeği yemiştik. Keşke Cemo
da yanımızda olsaydı. Çok güzel olurdu ama Cemo hem yoğun çalışıyor hem izin
alamıyordu.
Anaokuluna başlayan kızım da çok mutlu olmuştu. Beni seven
insanların olduğunu görmesi onu çok mutlu ediyordu. Okulda sorun yoktu. Öğretmenini
seviyor. Sabahları benimle okula gitmek için can atıyordu.
Tiyatro yapıyor, okulda birazda büyük olduğunu söyleyerek
her işin kendisine verilmesini istiyordu. Benim içinde anaokulunda perdelerin
sık sık yıkanması ve okula elektrik süpürgesi alınması dışında bir düşüncem
yoktu. Perdeler her hafta veliler tarafından yıkanıyordu. Zamanla süpürge işini
de hallettiler. Ama ikili eğitim olduğu için, daha okul havalanmadan öğlenciler
giriyordu.
Ev hanımları çocuklarını öğlenci yazdırmıştı. Ben gibi
çalışan analar birde öğlenci kontejanında yer bulamadığı için, sabahçı olmak
zorunda kalmış birkaç ev hanımı vardı. O yıl toplantı ve etkinliklere fazla
katılamadım.
Yerime Örtger’in kızı baktığı için ve benim yerime
çalışmaktan mutlu olmadığı için, izin almakta zorlanıyordum.
Ama şimdi düşündüm de sanırım yurt dışına gitmişti. Bu yüzden
idare edilemiyordu. Yılsonu gösterisi ve 23 Nisan gösterisi hariç hiçbir
etkinliğe ve toplantıya katılamadım.
Kızım sabahçı olacaktı. Ne yazık ki anaokulu da ikili eğitim
veriyordu. En güzel yanı sabahları beraber evden çıkacak, kahvaltı edecek
olmamızdı. Beraber yaşıyorduk. Bir aileydik ve artık kızım tamamen yanımızdaydı.
Daha güzel ne olabilirdi?
Bir hafta boyunca okula uyum programında; sabahları gidip
iki saat boyunca okulda onunla birlikte oluyordum. Çocuklarını bekleyen anneler,
benim gibi, okulun yazları çay bahçesi olarak kullandığı bahçede oturuyorlardı.
Yeni insanlarla ve hikâyelerle tanışma fırsatı bulmuştum. Kimi
çocuğunun kişiliğinden, kimisi endişelerinden, kimisi ise hayatından bahsediyordu.
Ben ise sabahları zor kalkıp uykulu gözlerimle bu hikâyeleri
dinliyor. Aralarda kendimden bahsediyordum. Nesli ile o günlerden birinde
tanıştık.
Masamıza gelip okula daha önce gelemediklerini ve alınacaklar
listesini alamadığını bunun için telefon numaramızı istiyordu. Karşımdaki hemcinsim
verir diye sesimi çıkartmadım. İçgüdüsel olarak her şey atlayan bir taraf olmak
istemiyordum. Ama kadın soğuk bir bakış atarak telefon numarasını vermeyince,
hemen atladım verin numaranızı size numaramı atayım konuşuruz dedim.
O zamanlar hayatıma sevgi dolu, en özel itiraflarımı
yapabileceğim, karikatürlere gülebileceğim, siyaset konuşabileceğim,
duygularımı istediğim gibi aktarabileceğim bir hemcinsimle tanıştığımı bilmiyordum.
Tıpkı; eşimin, yaşam merkezinin iç yapı çizimlerinin olduğu dâhili
bellekte olan, ana okulu gösterisini kaydetmesi için verdiğimde; ‘Kadın ne anlar?’ dediğimde aslında onun bir mimari
çizim teknikeri olduğunu bilmediğim gibi… Kızlarımız tesadüfen anaokulunda aynı
öğretmende eğitim alıyorlardı. O dönemlerde arkadaşlığımız sabahları çocukları
bırakırken iki selamdan öteye gitmedi.
Bir hafta böyle uyumla geçmişti. İki saati okulda
geçirdikten sonra eve geliyor hemen odadaki çekyatlardan birine uyumaya çalışıyordum.
Aslında evde yapılması gereken birçok iş vardı ama uyumayı tercih ediyor, akşamüstü
kalkıp birkaç yemek hazırlayıp zaten geç gelen eşimi bekliyordum. Sabahları sekizde
bırakacak, öğlen bir gibi çocuklar okuldan çıkacaklardı. Babaannesi alma
görevini üstüne aldı. Sabahları ben bırakıyordum, öğlenleri o alıyordu.
Neredeyse beş yıldır. Kızımla hiç evde kalmamıştım. Bazen ne
yapacağımı şaşırıyordum. Hayatımız hafta içleri bir akşam annenin getirdiği
etkinlikler. Hafta sonları yine annenin ayarladığı tiyatro, sinema ya da AVM
etkinlikleriyle dolduruyorduk. Hafta sonları dayılarıyla vakit geçiriyor, benim
sürekli işim oluyordu. Etkinlikler dışında, kalan zamanda; yemek, çamaşır,
temizlik görevleri sadece benim sorululuğumdaydı.
Hiç beraber evde kalmamıştık, yoğun çalışıyordum izinlerimde
ise Çanakkaleye gidiyorduk. Önce ev işlerini bitiriyor. Sonra akraba ziyaretine
gidiyorduk. Zaten çocuklarla ortalıktan kayboluyordu.
Şimdi hep beraberdik. Sabahları erkenden uyanmam, kahvaltıyı
hazırlamam, çocuğu giydirmem ve bunların hepsini yaparken güler yüzlü tatlı
dilli olmam. İç sesimden vazgeçmem gerekiyordu.
Uyanmakta zorluk çekiyor, okula gitmesi için sabırsızlanıyordum.
Yetersiz anne duygusu, o zamanlar beni kemirmeye başladı. Beceriksiz.
Çalışan anne durmadan içimden konuşuyordu. Cemo çok yoğun çalışıyordu. Henüz yaşam
merkezi inşaat aşamasındaydı. İşe gitmek ve eve dönmek için epey vakit
kaybediyordu.
Evden memnun değildi. Bende öyleydim. Yatak odası karanlık
çift gardıroplu ve çamaşır makineliydi, banyo tuvalet bir aradaydı. Alaturka tuvaleti
bir ara kapatıp kiler olarak kullandık. Daha sonra mutfağa sığmayan bulaşık
makinesini oraya geçirdik. Kızımın odasında sadece iki çekyat ve soba vardı. Salon
yemek odası takımını koltuk takımını almıştı ama nefes almakta güçlük
çektiğimiz bir alandı.
Kapıdan girildiğinde küçük bir hol, solunda aslında vestiyer
olarak kullanılması gereken alan buzdolabımıza nasip olmuştu. Mutfak iki
kişinin giremeyeceği, tezgâhına iki tencere bir ocaktan fazlasını koyamayacağın,
balkonu hava boşluğuna bakan bir hol gibiydi.
İyi ki büyük erkek kardeşime evi satmış, küçük kardeşimi de
bu sıkıştırılmış hayatın içine sokmamıştım. Yapmamıştım ama hayatımızı
mahvettiğim elimizdekileri kaybetmemize sebep olduğum düşüncesi beynimi
kemiriyordu.
Aklıma mukayyet olamıyor durmadan benim suçumun olduğunu düşünüyordum.
Elimizde üç kuruş para, ettiğimiz zarar ve sıkış tepiş bir hayata daha önce
evde hiç vakit geçirmediğim kızımla başlamıştım.
İşte ise artık daha çok kendime güveniyordum. Beni seviyorlardı.
Sevmeseler bu şartları sunarlarımıydı? Kendimi ispatlamış olduğumu
düşünüyordum. Burası benim için ben ise burası için vardım. Yıllardır beraber
çalıştığım insanlar, bana güvendiklerini ve daima benimle çalışmak
istediklerini göstermişlerdi.
Evdeki sorunları atlatabilirdik. Biraz daha zaman vardı. Belki
bir ev alır, hayata yeniden başlardık. Nasıl
olsa harika bir işim, beni seven yöneticilerim vardı. Bir süre sonra kendimi
toparlardım.
Kızımı, sabahları okula bırakıyor, işe yürüyordum. Yolda
yarım saatlik bir dinlenmede kitap okuyor, erkenden işimin başında oluyordum.
Geçecek eve alışacağım, kardeşim okulu bitirecek yeni bir
hayata başlayacak, her şey güzel olacaktı. Birde geceleri çamaşır asma,
sabahları akşam yemeğini hazırlayıp kahvaltı masasını toplayıp evi düzenli
bırakma telaşını bırakma derdim olmasaydı!
Günler sorunlu düşüncelerimle geçerken, bir kandil günü her
şey değişti. Örtger ona fazla para teslim ettiğim için odasında, bana
demediğini bırakmadı. ‘Dikkatsizsin, kendine çok güveniyorsun, bu böyle olmaz,
kendine çeki düzen ver!’ diyordu. Bu paranın nereden geldiğini bilmiyor ve
mesai saatim yarım saat geçmesine rağmen hala bulmaya çalışıyordum.
Hırsla odaya çağırıp elimdeki parayı aldı ve söyleyebileceği
en kaba dilde benimle konuşma yaptı. Son zamanlarda zaten hareket ve
davranışlarıyla beni baskıladığının farkındaydım. Ama Örtger’in ne zaman neye
kızacağı veya sevineceği, kime nasıl para harcayacağı belli olmazdı. En olmadık
eften püften şeylere hesap yapardı. Ama bir bakardınız gerek olmayan,
niteliksiz şeylere büyük ödemeler yapar ve mutlu olurdu.
Bana davranış biçimi yıllarca böyleydi. Sinirli olduğunda herkes
odasına kaçar ben ortada sadece gözlerine bakarak dinlerdim. Sonra geçerdi… Örtger
işte diyordum. Bazen bütün patronların böyle olduğunu, bazen de patronluğun
böyle gerekleri olduğunu düşünüyordum.
Bu son yaptığı ise; bunca yıllık çalışanı olan bana karşı
çok merhametsizce ve gereksizdi.
O gün eve dönerken yolumu uzattım. Durmadan ağladım. Ne için
ben bunları yapmıştım. Sevmeyen bir yöneticim için mi? Yıllarca beraber kısıtlı
vakitlerde tüm istediklerini yaptığım kızım için mi? Okula giden küçük erkek
kardeşim için mi? İş hayatı oturmamış eşim için mi? Sigortasını ödediğim babam
için mi? Her hafta evime gelen büyük erkek kardeşim için mi? Kızımdan ayrılmak
istemeyen ama yanımıza taşınmayan kayınvalidem için mi?
Eve gittim. Başımın çok ağrıdığını ve yoğun bir gün
geçirdiğimi söyleyip uyudum. Ertesi gün paranın benim param olduğu, markete
alışveriş almak için gidip üstünü cebime attığımı ve bunu şirket parasıyla
karıştırdığımı fark ettim. Bunu Örtger’e söyledim ve parayı önüme eliyle attı.
Yüzüm gözüm şişti, başım ağrıyordu. Artık içimdeki yetersiz
kadın durmadan konuşuyordu. Bu olaydan iki hafta sonra Örtger’in hal ve
davranışlarından memnun olmadığım için, Gacet’a Örtger’in işe gelmediği bir gün
işten ayrılmak istediğimi söyledim.
Sekiz yıl bu işte çalışmıştım ama artık yetişkin bir kadın
ve iyi bir elemandım. Benim hakkımda böyle düşünüp farklı davranmak beni çok
yıpratmıştı.
Dahası; olmadık her türlü davranışa katlanıyordum. Örtger’in
öfke nöbetlerine dayanıyor, hastaların saçma sapan istekleri karşısında,
sabırlı oluyor ama evdekilere sabırsızlanıyordum.
Madem onlar için çalışıyordum. Üç kuruşluk insanlara
katlanıp neden eşime çocuğuma bunun acısını çıkartıyordum ki? Hem onlar için
çalışıp neden onlara cehennem gibi bir hayat sunuyordum.
Kimsenin bana böyle davranmaya hakkı yoktu. Bitmişti. Artık
klinikteki Püskül bitmişti!
Yedi yıl önce, tam yedi yıl önce; her şey olduğundan daha
saçma olma yolunda ilerliyordu.
Kızım ilkokula başlayacak diye hayatımız yeniden değişmişti.
Yılsonu doğumlu olan ve doğacağı tarihten dört hafta önce doğan kızım için,
evimizi satmış, yepyeni bir hayata başlamıştık.
Önce; hangi okula gidecek diye karar verilmesi gerekiyordu. Çalışan
bir anneydim ve kızım tam gün eğitim almalıydı. Evimize en yakın, tarihi okul
ikili eğitim veriyordu.
Öncelik tam gün eğitim olmalıydı. Sabahtan akşama kadar
okulda kalmalı eve ya beraber eve gelmeli ya da benden bir iki saat erken
gelmesinde bir sakınca yoktu. Yemeği, dersi ben düşünmemeli rahat etmeliydik.
Öncelikli düşüncemiz, onun ilkokula mı yoksa anaokuluna mı
başlayacağıydı. Bir psikoloji merkezinden randevu alarak, okul olgunluğu
testinde karar kıldık. O zamanlar psikiyatri alanı bu kadar yaygın değildi. Bu testi
yapabilecek bir psikolog bulduğumuzda ve uygun fiyata olmasına çok sevinmiştik.
Bizce henüz hazır değildi. Tuvalet eğitimi konuşma biçimi ve
bizim yıllarca yaşayış biçimimize göre; henüz hazır değildi.
İki yaşından altı yaşına kadar babaannesinde kalmış düzenli
aralıklarla onu alıyor ve bırakıyorduk. Psikolog yaptığı testten sonra henüz
uygun olmadığına ama ilkokula başlayacaksa, üç ay gibi kısa bir süre özel bir
kreşte eğitim alıp toparlayabileceğini söyledi.
Bizim böyle bir acelemiz yoktu. Daha yavaşa hayat
merdivenlerini tırmanabilirdi. O dönemler de okula başlama yaşı değişmesi için Milli
Eğitim çalışma yapıyordu. Tıpkı her dönem değiştiği gibi yine Milli Eğitimde
köklü değişiklikler düşünülüyordu.
Okul olgunluğu testini hazır olmadığı yönünde kendi istediğimizle
aldık. Sıra okulu bulup kayıt olmaya gelmişti.
Tam gün eğitim veren okulların sayısı belliydi. Azınlık olan
okullara sadece çalışan anne babaların çocukları kura ile seçiliyordu. çok
methedilen, tam gün eğitim veren, temizliği ve kalitesi belli olan, hakkında
tüm yorumları okuduğum, işe giderken bile rahatça bırakabileceğim evimizden
sadece iki km uzaktaki okula çekilişe katıldık.
Anne babanın maaş bordroları, şirket sirküleri, ikametgâh ve
umutla kuraya katıldık. Olumlu olmadı. Bu işlerin biraz şans birazda torpilli
şans gerektirdiğini o zamanlar bilmiyordum.
Çekilişe katılmak için çıkmasa bile yatırman gereken katılım
bedeli belgesi ile hayat kumarı oynayabilmek için öncelikle bunu halletmen,
kazandığında, gerekli olan beş bin Türk Lirasını yatırman gerekiyordu. Yarısı
okula katkı yarısı ise yıllık yemek ve etüt bedeliydi.
Belkide babasının iş durumu hakkındaki düşüncelerim beni bu
yönden zorluyordu. Cemo henüz şirketin taşeron kısmında ve inşaat aşamasındaki
yaşam merkezinin inşaat bölümünde çalışıyordu.
Ne yazık ki
olmamıştı. Hemen evimize en yakın, bir zamanlar askeri rüştiye olan, muhteşem
bir tarihi binaya sahip, okula gitmemiz ve bu işi halletmemiz gerekiyordu.
Sadece 250 lira kayıt bedeli ve aylık seksen lira olan
aidatı yatırarak okula kayıt ettirdik. İstediğimiz anaokuluna başlamasıydı. Okul
başladıktan bir süre sonra okula gidip dilekçe vermemiz ve okul olgunluğu
testini eklememiş yeterli olacaktı.
Yani 2005 li olan kızım Aralık ayı doğumlu olduğu için 2005 doğumlularla
değil 2006 doğumlularla okula gidecekti.
Bir sorun yoktu. Böyle olması gerekti henüz hazır değildi,
değildik.
Bir yandan da evi satmaya yeni eve taşınmaya niyetlenmiştik.
Büyük erkek kardeşimle anlaşmış, krediyi kapatması için onu bekliyorduk.
Artık taşınma vakti gelmişti. Evi hazırlamıştık. Taşınıyorduk.
Kredi kapatılmış, kalan tutar ise tapu işlemlerinden sonra bize verilecekti.
Okul kaydı tamam, ev satıldı, yeni ev boya yapılarak
hazırlanmıştı.
Bu aşamalardan çok önce kayınvalidemle konuşmuş. Çalışmaya devam
edeceğimi bize yardımcı olup olamayacağı konusunda bilgi almıştım.
Anne ben çalışacağım, bana destek olabilecek misin? O benim
evladım, canım, Sıladan başka bir şey gözüm görmüyor demişti. Kızıma karşı hep bir tutku besliyordu. Kimsenin
onu işe yarar görmediği yıllarda, yaşlılığının
sonbaharında kızımı kucağına almıştı. Bende, hayatımızın ne yönde
ilerleyeceğini bilmediğimi, Cemo’nun henüz iş konusunda netleşmiş bir durumu
olmadığını bu yüzden işten ayrılmayacağımı söylemiştim. Ayrıca işte de zam
aldığımı evi satmak istemediğimi ama Cemo’nun ısrar ettiğini söylemiştim.
Evi satmayı bir yıl ertelememizi işte sıkıntı yaşarsam,
işten ayrılırsam, kendi evimizin çevresinde okula gidebileceğini düşünüyordum.
Ama bu konuda Cemo çok ısrarcıydı. Ev satılacaktı. Aslında zorluk
çıkarmasının nedeni benim artık çalışmamı istemiyor olmasıydı. Yeter artık
çocuğumuzdan ayrı kaldığımız diyordu. Bunları resmen dile getirseydi, farklı
olabilirdi. O da güven duymuyordu kendine ve benim isyankâr olacağımı
düşünüyordu.
Evi eften püften ucuz bir boyacıya boyatmıştık. Ramazan ayı
olduğu için adam zor çalışıyordu. Cemo ‘Yazık, n’aspın’ diyordu.’ E bizde
çalışıyoruz, işimizi savsaklamıyoruz.’ Dediğimde; ‘Bitti artık uzatma diyordu.’Adam boya yapmadığı
çerçeve ve parke kalmamıştı.
Ben bu adamdan daha iyi boyardım. Ya da Cemo ile ikimiz bu
işin altından kalkabilirdik ama Cemo yoğun ve stresli bir dönemdeydi bende
ramazan ayı olması sebebiyle birde eski evimizdeki eşyaları toplama derdiyle boş
vermiştim. Ama karşılaştığım manzara bir boya ustasından ziyade kızımın sanki
evi boyadığı görüntüsü veriyordu.
Bir akşam üstten bir temizlik yaptık ertesi sabah Pazar sabahıydı,
çünkü işten izin alamamıştım. Taşındık.
O yorgunlukla ertesi günü işe gitmek zorunda olmak çok
sıkıcıydı.
Yepyeni bir hayata
başlıyorduk. Şimdi kayınvalidemle kapı komşusu olacak, kızım evden yalnızca yüz metre ilerideki okulun ek binasında anaokuluna başlayacaktı. Büyük erkek
kardeşim evi almış, küçük erkek kardeşim yaz tatili için köydeydi. Artık bıraktığım
eşyalarımla onlar yaşayacak, küçük kardeşimin düzeni bozulmamış, büyük erkek
kardeşimde bir ev sahibi olmuştu.
Zaten başım sıkışsa büyük erkek kardeşim vardı. N’olurdu ki?
Bana bir şey olmasına dayanamazdı bence? Ölecek miydik yani her şey bitecekti? kardeştik
ve kötü günlerimizde hep beraberdik. Her zaman onlar için elimden geleni
yapmıştım.
Her şeyin başladığı o okul dönemi başladı, işten bir hafta
alıştırma süresi için izin aldım. Kızımın bu süreçte yanında olmak istiyordum. O
yıl yıllık iznimi böyle kullanmaya karar verdim. Aralıklarla, ihtiyaç olduğunda…
Bu yazıya nereden başlayacağımı bilemiyorum. Her şey kâbustu.
Bir bebeğim olmuştu. Artık istediğim gibi evdeydim ama her şey kabusgibi gidiyordu.
Okuldaki sorunlar devam ediyordu. Bir süre okuldan alması için babaannesi
gitti.
Sonraları Selimi bırakıp gitmeye başladım. Ama okul önü faiz
lobisi gibiydi. Kim kime selam vermiş? Kime ne söylemiş? Kim kaç not almış? Kim
kimin kalemini kırmış? Kim öğretmene hediye getirmiş? Kimin annesi kiminle
kavga etmiş? Akşama ne yesek, kimde otursak kimde kahve içsek?
Benim kimseyi gözüm görmüyordu. Aklım selim’in bu yaşananlardan
nasıl etkileneceği konusundaydı. Acaba nörolojik bir sorun olur muydu? Belki ben
bir hata yapıyordum. Zaten ona iyi bakamıyordum. ruhnhalim Hiçbir şeyi
kaldıracak durumda değildi. Kimsenin derdine derman olacak, basit, eften püften
meselelere kafa yoracak halde değildim.
Herkes okul balosuna hazırlanıyordu. Sürekli ne giyileceği
neler yapılacağı konuşuyor, insanların tek derdi çocuklarının kiminle dans edeceği,
ne giyeceğiydi.
Ben ise bu olayı saçma buluyordum. Madem çocuklar mezun
oluyordu pekâlâ kendi aralarında bir parti düzenleyebilirlerdi ama işte
günümüzde annelik ne kadar çocuğunla vakit geçirdiğin, ne giydirdiğin, ne
aldığındı!
Kızım sürekli gelinlik giymek istediğinden bahsediyordu. Okulda
dans için öğretmen eşleştirme yapmış veliler memnun kalmamıştı. Sanki at ile deve!
Benim kız ise özgüveni yerindeydi, hangi arkadaşı ile dans etmek istediğini
açıkça söylemiş ve bu yüzden öğretmen; onun istediği arkadaşlarıyla dans
etmesine izin vermişti.
Boyu yaşıtlarına göre kısa olduğundan, topuklu ayakkabı
derdindeydi. Ona gelinlik almayacağımızı onun bir çocuk olduğunu, istediği
kıyafeti alacağımı ama gelinlik almayacağımı söyledim. Ne yaptı etti beni
gelinlik almaya ikna etti. Ama mağaza girdiğimizde kararını değiştirip, fuşya
lazer kesim mini bir elbisede karar kıldı.
Bu sürece gelene kadar kucağımda henüz kırk günlük bir bebek
slinginde uyuyor ben ise mağaza mağaza dolaşıyordum.
Halsiz ve bitkindim. Enerjisine yetişemiyordum. Her yetişemediğimde
öfke patlamaları yaşıyor ve onu babaannesine gönderiyordum. Uyuyordum. Tabi o
da oraya gidip önüne koyulan yemekleri yiyip televizyon seyrediyordu.
Balo; Selim’in doğması gereken tarihten bir hafta sonraydı.
Yani ben yeni doğan bir bebekle oraya gidecektim. Düşüncelerim hiç susmuyordu. Ya
yine aynı şeyleri yaşarsak? N’apardım? Süt sağıp bıraksam olmazdı. Ben yokken bir
şey olsa ben ne yapardım?
Öyle böyle derken gitmem kesinleşti ben hala orada kronik
olarak iki aylık ama henüz yeni doğan bir bebekle ne yapacağımı düşünüyordum.
Beğendiği fuşya elbiseyi aldık. Taşlı sindirella
topuklularını hazırladık. Onu kuaföre bıraktım. Hemen eve döndüm. O istediği
muhteşem topuzu yaptırmış, saçlarına simler döktürmüş, prenses tacını da tam
üstüne koydurmuş beni bekliyordu.
Bence o günün, en güzel anı; kapının önünde, upuzun saçları,
yanlara attığı kakülleri, mavi etekli üstü gipürlü elbisesiyle evin
merdiveninde fotoğrafını çektiğim andı.
Ama o kadın gibi yani büyük bir kadın gibi olmayı tercih
etmişti.
Ben ise önce hazırlamam gereken bir bebeğin telaşıyla acele ediyordum.
Selimi ablasının hiç kullanmadığımız pusetinin içine yerleştirdim. Uyuyordu. Yedek
eşyalarını aldım. Elimde puset, önümde topuklu ayakkabı ile yürüyen kızımla
taksi bulana kadar yürüdüm.
Balo deniz kenarında öğretmen evindeydi. Yolda hala Selime bir
şey olursa diye kaygılanıyordum. Geldiğimizde; şıkır şıkır giyinmiş,
kuaförlerde zaman geçirdikleri herhalllerinden belli olan hemcinslerim en şık
kıyafetlerini giymiş masalara oturmuştu.Çocuklarda masalardan yer kapma heyecanıyla
balo gelinliklerinin kırışmalarına aldırmadan oturuyorlardı.
Mavi kotum, siyah tişörtüm ve şiş gözlerim görünmesin diye
taktığım gözlüklerim, kolumda zor taşıdığım bebeğimle, ayrılmış olan yerime
oturmak için hızlı adımlar atıyordum.
Yerimiz; cam kenarıydı, masaya puseti koydum. Selim uyuyordu.
bir an kızımın hızlıca masaya koştuğunu ve onu kontrol etmediğimi fark ettim.
Kızıma yer ayrılmamıştı. Sınıftan birinin ablası da balo da
ve gelinliğiyle gelip yer kapmış
sayısınca hazırlanan sandalyelerden kalmamıştı. Bir sandalye bulunup
getirilirken biz göz göze geldik. Gözlerimi kaçırdım.
Kendisi halletti diye düşündüm. Çok sonraları aslında ne
kadar dışlanan bir çocuk olduğunu anladım. Ve bunu veliler umursamıyordu. Çünkü
birçoğu benden de hoşlanmıyordu.
Bu hislerimiz karşılıklıydı. Ama ben kafamdaki düşüncelerden
bir sıyrılsam konuşabilecektim de işte o düşünceler beni bırakmıyordu. Bence matematikten
önce çocuklara insan olmayı öğretmek gerekiyordu.
Kızım arkadaşının kalemini kendi kalemi sanıp, arkadaşının
kalemini aldığını düşündüğünde ve bu bütün sınıfta bir yanlış anlamayla ortaya çıktığında
ona iyice anlatmış arkadaşından özür diletmiş ve o çocuğun bu durumdan
etkilenmemesi için elimden geleni yapmıştım.
Bir gece yarısı yazı yazmak için kalemini alan bendim!
Ama işte insanlar, akademik başarının mutluluk getireceğine
inanıyorlar. Buna eğitmenleri de dâhil etmek gerekiyor. Çünkü başarılı çocuğun yanlışlarını,
haksızlıklarını görmezden gelerek hayata bir acımasız patron, lider vs
yetiştiriyorlar.
Kimse bunun farkında değil. Çocuğu TV karşısında oturup Acun
programlarını izlerken etkilendiğini düşünmeyen ebeveynler, Aziz Nesin
kitaplarından korkuyorlar.
Bunları da gördük. Saftrik kitaplarının çocuğu üzerinde
psikolojik ve ahlaki çöküntü yaşadığını düşünen bir ebeveyn sınıfa getirip
örnek olunmaması gerektiğini söylerken. Sınıfa getiren kişinin anası olarak en
arka sıralarda ben sessizce dinliyordum.
Tıpkı neredeyse her
gün beslenmesine bir tane daha eklettirdiği, çok sevdiği arkadaşının annesi;
‘Bu sınıfta Sıladan başka insan yok mu? Ben onunla arkadaş olmasını
istemiyorum.’ dediği gün yaptığım gibi sessizce oturuyordum.
Alma beğenmiyorsan alma! Okumuyorsan alma!
Yok ! Ne isterdiniz ? Sizin kızınız ne istiyordu? neden bu kadar yakın olmalarından korkuyorsunuz?
İşte bunu o zaman söyleyemiyorsun. Hemcinslerim arasında
öyle bir hiyerarşi var ki; bunu anlamak mümkün değil. Birinin empoze ettiği bir
düşünceyi, anlattığı bir olayı; nasıl
yorumlamadan sende düşünebilirsin? Bir şeye nasıl körü körüne inanabilirsin. Başka
bir mümküniyete inanmak bu kadar zor olabilir mi?
Şıklıklarıyla yarışan, hemcinslerim ortada erik dalı
oynarlarken, ben kenarda acıların çocuğu edasıyla emzirecek yer arıyordum.
O anda arkadaşım yanıma gelip bana bir sandalye ayarlayıp
kapalı salonda üstümüzü örtmese basıp gitmeyi planlıyordum.
Neyse ki Gonca bunu da hatırlamaz!
Bu okul bitene kadar, zor günler beni bekliyordu.
Deneyimli bir ev hanımı değildim. Dahası, çok fazla
sorguluyor ve düşünüyordum.
Hayatımızdaki belirsizlikleri düşünüyor, endişelerimle boğuşuyordum.
Kafam doluydu. Sürekli bu evde ne kadar oturacağımızı, ev alıp alamayacağımızı,
Selim’in gelişiminde bir sorun olup olmayacağını düşünüyordum.
Bir zamanlar ortaokulda okuyan, Hasan Ustanın tanıdığı kocam
artık bir şirkette teknik eleman olmuş ve üniversite okuyordu. Her hafta çıraklık
eğitim merkezine; gri pantolonu beyaz gömleği ve mavi ceketini giydikten sonra
bir türlü doğru düzgün bağlayamadığımız kravatını cebine koyuyor okula gidiyordu.
Artık; ustalık kalfalık ve mesleğiyle ilgili tüm eğitimleri almış ve kurumsal
bir şirkette çalışıyordu.
Ama ben bir türlü okumayı becerememiştim. Mesleğimle ilgili
olmayan muhasebeyi bitirmiş, üstüne sağlık kurumları işletmeciliğini okumuş ve
lisans tamamlama yapıyordum. Ama örgün ve özel bir üniversitede kazandığım
röntgen teknisyenliğine gitmemiştim. Tıpkı şimdi gibi gelecek kaygısı ile okula
son anda kaydımı yaptırmaktan vazgeçmiştim.
Evimde olmayı, çocuk doğurmayı, yemek yapmayı, örgü örmeyi,
dikiş dikmeyi, kitap okumayı seçmiştim.
Seçmiştim ama bunların hiçbirini yapmıyordum. Halsizliğim ve
düşüncelerim beni durmadan bir boşlukta bırakıyordu. Yazmaktan nefret ediyor. İki
satır yazınca saçmaladığımı düşünüyordum.
Motive olmak için Cemo’nun hediye ettiği kalem ile turuncu
çizgisiz defterime sürekli saçmalıklarımı dolduruyordum.
Gelen gidenler oluyor. Ve sürekli kendi mükemmel
anneliklerinde bahsediyorlardı. Bir gün bir hemcinsim süper anneliğinden
bahsederken, ‘ Görmeden inanmam’ dedim. Ortam buz gibi soğudu. Herkes birbirine
bakıyordu. Yine aynı bahisler açıldığında ‘Hülyanın gözleri de ne güzel mavi değilmi?’
demiştim.(Hülya kimdi yav ? Bakışmalar) Artık insanların saçmaladıklarını
düşünmelerini istiyordum. Onlar benim delirdiğimi düşündüler.
Mesele bu değildi. Madem siz bebek ziyaretine gidiyordunuz
ve karşınızda zor bir dönemden geçmiş anne vardı daha süper bir anne olduğunuz
iddia etmeyecektiniz.
Bu ne ya?
Doğumun zorluğu yoktur. Tüm anneler aynı acıyı çekmiştir.
Tüm annelerin endişeleri kaygıları aynıdır. Yalnızca bunları dile getirmezler. En
güçlüsü onlar olmak zorundaymış gibi sanki bu normalmiş gibi anlatırlar.
Öyle değil işte!
Teorikte her şey görünür, onlarca kişisel gelişim kitabı
okursun da annelik pratiğine geldiğinde o iş öyle olmuyor. Çok kesin konuşmuş
olmayayım. Benimki öyle değildi.
Siz burada her şeyin en mutlu en güzel dakikalarını beklide saniyelerini
görüyorsunuz ama işin gerçeği o an olmuyor.
Mutlu bir aile fotoğrafının arkasında mutfaktaki dağınıklığı
düşünen, bu gece bebeğim uyusa da bende uyusam diyen, bir anne, tv karşısında
göbeğini kaşıyarak yatan bir baba,derslerini yapmamak için bin dereden su
getiren , tv ve tablet başından kalkmayan çocuklar olabiliyor. Yani benim
oluyordu.
Evde televizyon yoktu. Memlekete annemlere götürmüştük. Amacım
beraber daha çok vakit geçirebilmekti. Tabi kayınvalidem eski tüplü
televizyonunu bizim evin kapısına koyup bir televizyonsuz evin olmayacağını
dikta edene kadar.
Bizimkilerde bayram ettiler. Evde tüplü televizyon sevinci
yaşayıp anten bağlayan kocam, damlayan musluğu değiştirmiyordu.
İtiraf edeyim o antenin kablosunu aralardan kırmaya
çalıştım. En sonunda Cemo kabloyu camdan çıkarttı. O dolabın üstüne nasıl geldiğine
ve bu denli kestiğine inanamıyordu. Çözüm vardı arkasındaki giriş soketini
bozuyordum. Taaa ki sabitleyene kadar.
Bunlar evliliğimizde yaptığım en masum entrikalardı. Ama tabi
o tüplü televizyondan eve dev ekran bir plazma alana kadar vazgeçmediler. Uğraşsam
onu da hallederimde, uğraşmadım. Çünkü televizyon olayına eskisi kadar sert
bakmıyorum. Eğer televizyon izlemeyen bir eşim olursa ben bu yazıları nasıl
yazacağım? Seyret kocacım ama lütfen A haber ve A2 den uzak dur. Bence A’ların tümünden
uzak dur!
Televizyon seyretmesinler çocuğa telefon tablet
yaklaştırmasınlar. Mümkünse uzak dursunlar diyordum kendime… Ellerinizi yıkayın,
duşa girin, mutfağı toplayın, bulaşık makinesini iki oda öteden boşaltın,
yastıkları dağıtmayın, kitapları kurcalamayın, bacak bacak üstüne atıp
göbeğiniz kaşımayın. Ses çıkartmayın, bağırmayın, müzik aleti yasak, şarkı
söylemek yasak!
Tam bir Püskül diktatörlüğü!
Bazen Cemo ‘ Biliyor musun?
iki yaşına geldiğinde çok farklı düşünecekmişsin.’ diyordu. Bu davranışlarım ve
ruh halim hakkında demek ki araştırma yapmıştı.
Ya da bana; en fazla iki yıl daha bu yeni Püskül’e
katlanabilirim demek istiyordu. Bu daha büyük ihtimal çünkü bir şeyi söylemek
istediğim zaman asla ima yoluna başvurmazdım. Hayatım boyunca net olmayı
seçmiştim. İma ve kinaye benim için saçma sapan bir şeydi. Net insanlar her
zaman kazanırlar. O an kaybetmiş olduklarını zannetseler bile günün birinde
kazanırlar. Aklıma geldi artık imayı da kaldırayım bu evden. Kapının üstüne; ‘Ne
söylemek istiyorsan söyle, uzatma!’ Yazmalı.
Evdeki bu durum okula da, işe de yansıyordu. Evliliğimizde çok
daha zor günler geçirmiş olmamıza rağmen, Selim doğduktan sonra resmen ikimizde
saçları beyazlamıştı. Kızımda ilkokulu
bitirmek üzereydi.
Evdeydik. Büyük bir olay daha atlatmıştık. Annem yanımdaydı.
Bebeğim benimleydi. Artık kontroller daha uzun aralıklarla yapılıyordu. Prematüre
takibine girmiştik. Her takibe gittiğimizde tüm başımızdan geçenleri detaylıca
ve hızlıca anlatma gereği duyuyordum.
Öfke nöbetlerim ise durmadan çoğalıyordu. Evdekilere sürekli
bağırıyordum. İçimdeki yetersiz anne duygusunu bağırarak kapatmaya
çalışıyordum. Sabahları kıvrıldığım çekyattan kalkmıyordum.
Cemo kızımla ilgileniyordu. Sabahları evden beraber
çıkıyorlardı. Onlar gittikten sonra derin pişmanlık hissimle birlikte uyuyor
görünüyordum. Annem yanımdaydı ama olması beni rahatlatmıyordu.
Bebeğe bir isim vermemiz gerekiyordu. Ben doğmadan hazırlamıştım.
İki dedemin adı olacaktı Mehmet Selim. Kızım Çanakkaleye olan özlemimin adıydı.
Sıla… Gurbet ve Hasretten sonra, Cemo’ nun Nazlı ismini olmasını isteği kızım
ben ikisi de olabilir dememe rağmen Sıla ismini koymuştuk. Pekâlâ, Nazlı Sıla
olabilirdi. Ama Cemo iki ismin saçmalığına inanıyordu. İnatçıydı, tıpkı benim
gibi…
Bu bebeğimde ismi,iki isim olmalıydı Mehmet ve Selim.mehmet
dedem gibi çalışkan, selim dedm gibi sakin ve sevecen bir erkek olmalıydı.Cemo
daha on yaşında kaybettiği babasının ismini isteseydi hiçbir şey
söylemeyecektim. Ama evde gelsin Barbaroslar, gitsin Yiğithanlar olunca bende
her şekilde olmaz diyordum. Bir gün ; ‘ Allah aşkına Cemo, şu çocuğa baksana
hiç Barbaros’a, Barlas’a, Kağan’a, Yiğithan’a, Kayra’ya benziyor mu?’ dedim. Kızdı.
Yine alt dudağını içine çekerek ısırdı, sustu.
Benzemiyordu gerçekten bu çocuk daha tulumuna bile
sığmıyordu. Elleri ayakları morluk içerisindeydi. Yıkamamaya bile kıyamıyorduk.
Benim dediğim oldu.
Biricik Hatice teyzemin
eşi rahmetli Edip amcayı çağırıp kulağına Mehmet Selim dedirttim. Ertesi gün; Cemo
nüfusa gidip sadece Selim yazdırdığı nüfus cüzdanının fotoğrafını bana
gönderdi. Sakin kalmaya çalıştım. Gerçi sakin olmasam ne olacaktı olan olmuştu bir
kere…
Artık evliyaların dolu olduğu bu semtte biz evliyaların üstüne
mi mıçıyorduk bilmediğimiz, şendullar apartmanının son katındaki, bir odası Sibirya
iken diğer odası güney kutbu olan evimizde ismi olan bebeğimizle yaşamaya
başlamıştık.
Henüz toparlanmamıştım ama Selim iyiye gidiyordu. bir gün
bir arkadaş geldi. O gün içimden bir şey yapmak geçmiyordu. Zaten son
zamanlarda mutfağa bir görevmiş gibi giriyor. Yemeği hazırladıktan sonra güney
kutbunda olan odamda çekyat dibinde bebeğimi emzirip kafamı yastığa koyuyordum.
Oturduk, çay ve birkaç bir şey getirdim. Oğluyla gelmişti. Benim
oğlum bir şey yemez diyerek oturmuştu zaten. Çay için bir türlü süzgeç
bulamadım. Çayı öylece üstünde yüzer çaylarıyla önüne koydum.
İçmedi, tabağına elini sürmedi. Oturdu ve kendini anlatmaya
başladı, mükemmel anneliği, mükemmel hayatı ve sorunlarından bahsetti. Kimse benim
nasıl olduğumu sormuyordu. Kimse beni dinlemiyordu. Herkesin kendince sorunu
vardı. Zehir miydi o çay beğenmediyse tekrar koyardım ya da ilişkimiz bir çay
demi kadar mıydı? Kahve de içebilirdi.
Gittikten sonra; şok olmuştum. Bu dünya ne dünyasıydı. İnsanlar
benden ne bekliyorlardı? Bu muydu yani, iyi çay demleyen, muhteşem tabaklar
sunan arkadaşlıklar mı beni bekliyordu. Pijamaları çıkarmalı, üstüme güzel
gecelikler giymeli kucağımda mutluluk pozlarıyla evimde misafir mi
beklemeliydim.
Bu muydu?
İnsanlar sadece kendilerini tatmin etmek istiyorlardı. Püskül
doğurdu, gittik yedik içtik bitti. Aaa bebeğine bak ne giydirmiş? Üstündekini gördün
mü şahane, nereden aldı kim bilir?
Kadına bak ya takmış takıştırmış. Offf gördün mü o tabağı
ben de görmüştüm, çok pahalıydı. Bu muydu yani? Benim çevrem bu muydu?
Gelmiştik, kadın cumhuriyetine…
Ellerimdeki morluklar geçmemişti, kafamdaki karmaşıklık gitmemişti,
evdeki öfkelerim yeni başlamıştı. Ama ben bunlarımı düşünecektim. Çocuğuma hangi
tulumu giysin ben ne giyeyim, ay bir toplansak da okusak üflesek ardından şükür
yerine, yediğimizi içtiğimiz konuşsak!
Öfke nöbetleri
bunları düşündükçe artmıştı. Benim istediğim bu değildi. Zaten bunları yapacak
gücümde, halimde yoktu.
Bir gün kızım okuldan gelmiş annemle dışarı çıkmıştı. Geldiklerinde
annem Selime mavi puantiyeli battaniye ve bir zıbın almıştı. Kızım seçmişti
bunları… İçimden anneannesine masraf yaptı diye kızıyordum. Anne ne gerek var her
şeyi var çocuğun masraf edip durma dedim. Kızım kardeşine yaşışacağını söylüyor
denemek istiyordu. Çemkirdim.
Kızıma ayakkabı almamız için dışarı çıkmamız gerekiyordu.annem
gidin bebek uyuyor dedi. Benim ise hem dışarı çıkmaya ihtiyacım vardı hemde
halsizdim. İstemeyerek gittim. Gittik baktık. Kızım durmadan oradan oraya
gitmek istiyor durmadan bir şeyler almak istiyordu. Gittik ama hiçbir şey
almadan döndük.
O gün tüm öfkemi kızıma boşalttım. Babaannesine gönderdim. Bağırdım
çağırdım ortada hiçbir şey yokken ortalığı yıktım. Tek derdim senin ayakkabın mı?
Görmüyor musun, nelerle uğraşıyorum?Biraz daha anlayışlı ol yeter artık diye
bağırıyordum.
Günlerdir içimde kopan fırtınalar, hiç dinmemişti. Neden işten
ayrıldım neden doğurdum, Cemo neden yemek seçiyor, bu ev neden böyle, bebeğime
neden bakamıyorum, bu kız neden sürekli bir şeyler istiyor, neden benim
ebeveynim gibi davranıyor, neden annem güçsüz neden Cemo sürekli yorgun, neden
ben beceriksizim, neden bunlara sebep oldum neden neden neden?
Annem gitti. Artık toparladığımı düşünüyordu. Öfke nöbetleri
geçirdiğime göre kendime gelmiştim. Aslında köyde çok iş, yatalak babaannem ve
babamın yine milyarder olma umuduyla ekip gittiği bir tarla barbunya vardı.
Sabahları zar zor kalkmaya devam ediyordum. Kızım 4. Sınıfa gidiyordu.
Ve yıl sonu balosuna çok az bir zaman kalmıştı.