22 Ocak 2019 Salı

EYVALLAH

17 EYLÜL 2014 tarihinde kendime bir açıklama yapmışım.bundan sonraki süreci daha detaylı ve akıcı bir şekilde yazmak istiyorum.
2010 yılından beri blog yazıyorum. Her üzüntü duyduğumda, mutsuz olduğumda, klavyeye sarılmışım.
Demek ki; tuşlar insanlardan daha sabırlı! Yıllardır içimden geçenleri hiç tanımadığım uzman birine, kendi yolumu çizebilmek için, anlatmam gerekiyormuş.

Bilgisayarım yanımda, kısa bir tatil hevesindeyim yine...Oyun oynarken babasının burnunu kıran oğlum, bu aralar ermeye çalışan kızım, anılarıma yenisini eklemeye çalışan ben, eskisinden daha çok sevdiği yere giden eşim, doğduğum yere
gidiyoruz.

Eskisi kadar yazma konusunda isteksiz değilim.bazen saçmaladığımı düşünüp her şeyden vazgeçme noktasına gelsem de , oturup ufak tefek yazılar geleceğe anılar biriktirme gayreti gösteriyorum.
Okuyan, destekleyen, yorumlayan eller dert görmesin.Eyvallah İstanbul!

21 Ocak 2019 Pazartesi

OKUMA


Ne yapacaktım? İstediğim buydu. Hep istediğim, hayal ettiğim bu değimliydi? Hayal kurmuştum ve hayalim gerçekleşmişti.
Örtger’in baskılarına, hayal kırıklığına katlanmıştım. 10 yıldır aynı işyerinde çalışıyordum. Bu benim için terfi etmek gibi bir durumdu.
Bir yandan da röntgen teknisyenliği gözümü korkutuyordu. O gece eve gittim. Cemo ile hiç heyecanlı olmayan bir şekilde paylaştım. O da heyecanlanmadı. Hayırlı olsun, istediğin oldu, bundan sonrası da istediğin gibi olsun dedi
İçim kıpır kıpırdı. Mutluluğumu ve heyecanımı haykırmak istiyordum. Belki Cemo ile kutlama yapabilirdik. Annemler çok mutlu olurlardı. Arkadaşlarım “Sen yaparsın.“ derlerdi. Olurdu bu iş!
 Soranlara uçan tekmeyle dalasım geliyordu? Sen yaparsın, bak başın sıkışınca yanındayım diyecekleri yerde herkes nasıl olacağını soruyordu.
Kayıt dönemini bekliyordum.
Beklemeye başladım. Kayıt olacaktım ne olursa olsun ya diye geçiriyordum içimden!
Hacı; yıllardır tek dayanağımdı. Sabahları, rutin işlerimi yaparken, günlük siyaset konuşurduk. Ben hayatı sorgulardım o da doyurucu cevaplar verirdi. Kliniğin en verimsiz görünen ama işçi motivasyonunu sağlayan patroncu değil gerçekçi biriydi.
Neresi bozulsa, tamir gerektirse o bakardı. Yaptığınız başkasına ama öğrendiğiniz kendinize kafasındaydı. istanbulda elimden tutan biri varsa o Hacıdır. Tüm hayatı reddedişlerimi, sorgulayışlarımı, katlanmazlıklarımı; sakince dinler, benim kendi cevaplarımı vermememi sağlardı. Birde eksikleri gidermemi herkesten önce ben yaparım diye atlayışlarımı desteklerdi.
“Eeee ne olacak? “ Dedi.
Kendiside röntgen teknisyeniydi. Ve “Mesleği araştır, duruma bak bakalım.“ dedi.
Kayıt ücretini ne yapacağımı, okulun saatlerini, nasıl gideceğimi araştırıyordum. Okula kayıt olmaya gitmeden önce; tüm bilgiler elimde olmalıydı. Yeni açılan bir okuldu, internet sitesi yeni açılmıştı. Tüm eşdeğer okulları, bu mesleğin getirisi götürüsü neydi? Kimler okumuş, nerelerde çalışıyorlardı? Neler yapıyorlardı? 
İş bulma sitelerinde ne kadar ilan vardı? Hepsini tek tek araştırıp not alıyordum. Bir yandan da kayıt olmadan kayın validemle ve Örtgerle bunu nasıl konuşacağımı düşünüyordum.
Çok zor ama keyifli bir sürecin beni beklediğini umuyordum.
Herkes sen yaparsın diyordu.
O dönemlerde kliniğimize bir  çalışan daha geldi. Mesleki deneyimi olmayan kliniğe joker elemanı diye getirilen bu kişi; Örtger’in memleketten arkadaşının oğluydu ve klinikte joker eleman olacağı herkesin yerine çalışabilen bir eleman olması için her birimi öğrenmesi gerektiği , söylenmişti.
Benim ile aynı üniversiteyi kazanmıştı. Bölümü ise ameliyathane hizmetleriydi. Bir kaç hastanenin bronkoskopi bölümünde çalışmıştı. Uzun süreli bir işi olmamıştı. Ailesi üniversite okutup hayatını kurtarmayı planlıyordu. Yirmili yaşlarını geçmiş, bir türlü balta ile sap ilişkisi arasında olamamıştı.
Hacı benden çok uzaklaşmıştı. Şimdi düşünüyorum da her şeyin farkına varmıştı. Örtger sabah sohbetleri esnasında yanımıza geliyor ve tutarsız davranıyordu. Bağırıp çağırıyor. Sohbetimizi kesiyor, engelliyordu.
Bana da bir türlü dozunu ayarlayamadığı bir davranış biçimi vardı. Getirdiği eleman başlarda ne kadar azimli biri gibi görünse de, iş zamanında kaytarmaktan hoşlanan, patronları görünce çalışan, işine geldiği gibi davranmayı huy edinmiş biriydi.
Bazen hiç anlamsız başımıza gelir,“ Eee bugün ne öğreniyoruz derdi .“  bu genellikle patronların duyması için yüksek sesle ve ortada olurdu. Sabahları işe gelme konusunda sıkıntıları vardı.
Yıllardır çalıştığımız bu şirkette Örtger hariç kimsenin geç gelme hakkı yoktu. Olsa bile herkes birbirini idare ederdi.
Çalışma isteği olmayan, iş disiplini edinmemiş, başladığı işi bir türlü sonlandıramayan, yaptığı iş için kafa yormayan, iş eğitimi verdiğinizde sadece anlamlı gözleri patron yanında kazanan bir tipi destekleyen Örtger, bize gelince neden böyle saçma sapan davranış geliştiriyordu.
Çok daha farklı şeyler düşünmeye mecbur kalıyordum. Ne yapacağım ben nasıl açıklayacağım bunu kayınvalideme acaba okul nasıl olur diye sorgulamaya başladım. Bir yandan Cemo; “Zaten bir işin var.“ diyordu.
Benim n’ apacağımı, nasıl yapacağımı eksiksiz anlatacağım, elinden gelen tüm desteği cömertçe benim için kullanacak bir eşe, nasıl yapacaksın sorusunu sormadan beni dinleyecek sen yaparsın yapmazsan ne kaybedeceksin diyecek dostlara, arkadaşlara ihtiyacım vardı.
 Ev alabilmek için üç yıldır bir sitemde para biriktiriyorduk. Cemo maaşıyla evin geçimini sağlıyordu. Ben yetemediği yerde destekliyordum. Birikim yapıyordum. Mevcutta elimizde; ev alabilmek için birikim yaptığımız bir sistem ve neredeyse iki yıllık okul ücretini karşılayabilecek paramız vardı. Bir arabamız hali hazırda Cemo’nun ödediği bir banka kredimiz de devam ediyordu.
Yapardık, yapardım?
Tüm yolları araştırıyordum. Radyolog olarak çalışanlarla görüşüyordum. Mesleğin bütün ayrıntılarını neler gerektiğini, kadın olarak, bana getireceği riskleri, diplomamla ne olacağımı her şeyi…
Kredi çekerdim, işe devam ederdim, kızımı tam gün okula gönderirdim. Okurdum…
İşle yürütürdüm ama Örtger acaba bu elemanı neden almıştı. Kliniğin ortasına pat diye hiçbir işe yaramaya niyetli olmayan, iş dışında başka bir şeye ihtiyacı olmayan bu elmanı neden getirmişti?
Okul saatlerimiz aynıydı. Benim yerime olamazdı. Beni takviye edemezdi.
Ev alma hayaliyle biriktirdiğimiz bu parayı okuluma harcayacak mıydım? Ya sonra işten çıkarılırsam ortada kalırsam ne olacaktı?
Eşimin ve kızımın hayatını sırf bu iş için bu konforsuz eve hapsederek mahvetmiştim. Yine isteklerimin, hayallerimin peşinden koşuyordum. Zaten evdeki sorumluluklarımı yerine getiremiyordum. Bu iş yükü ile daha sorumsuz bir eş, anne olacaktım.
Hacı hiçbir şey söylemiyordu. İçime soruları bırakıp çekiliyordu kenara, Gacet bambaşka sorunları ile uğraşıyordu. Röntgen teknisyeni Püskül diye takılıyordu.
Nasıl yapacağım, ne olacağı konusunda hiç konuşmuyordu. Sen yaparsın demiyordu. Belki klinikte devam ederdim. Diplomamı kullanırdım. Profosyenel olarak Gacetla çalışmak mutluluk verirdi. Çünkü bunca yıl, benim zekâ ve becerimi öven, bu konuda yol yordam gösteren, yaş almış kişilerden biri de oydu. Keşke olaylar karşısında sessizce bekleyip cevapları bulan biri olmasaydı.
Hacı beni hayata tutan ise, tutunacağım dalı keşfetmemi sağlayan kişi Gacettı.
Sessizdi. Yine bekliyordu. Olayları akışına bırakmıştı. Hacı da öyle…
Bir gece Cemo arkadaşlarıyla plan yaptığı bir gece ya da eve gelmediği bir gece, hiç uyumadım.
O gece; zaten mahvettiğim bir ailem olduğunu, bu paranın ev almamız için gerektiğini, istediğim için, hayallerim için ailemin hayatını tekrar sıfır noktasına getirmemem gerektiği kararına vardım.
Arayışlar, son bulmalıydı. Zaten bir işim vardı. Hayalim ikinci bebeğimi doğurup evde olmaktı. kızımla yaşayamadığım annelik duygusunu doyurmak istiyordum.
Hayallerim hangisiydi? Okuyup meslek sahibi olarak yine bir koşturmaca da kendimi bulmak mı yoksa evimde kavuşamadığım hayallerimle kucağımda bebeğimle yaşamak mı? Hangisini daha çok istiyordum?
İkisini de!
Ama iki seçenekten birini seçmeliydim.
Evimde olmayı, ikinci bebeğimi doğurmayı ve artık Örtger’in sinir bozucu bu davranışlarından kurtulmayı seçtim.
Okul kaydı için Cemo ve kızımla gittik. Kayıt süresini uzattıkları için aramışlardı. Ücret konusunda anlaşmaya varırsak kayıt olacaktım. Muhasebe sorumlusuyla görüşmeyi beklerken bunları düşünüyordum. En azından on bin lira nakit verme teklifimi kabul ederlerse kredi çekecek şartları zorlayacaktım.
Kabul etmediler.
Eve döndüğümüzde, hemen uyumak istediğimi söyleyip, tüm eşyaların üst üste göründüğü güneşi bile görmeyen yatak odasının ortasına kendimi bıraktım.
Kendi isteğimle hayallerimden vazgeçmiştim. Ne Örtger’i ne Gacet’ı ne de Hacıyı görmek istemiyordum.
Cemo neden beni motive etmemişti. Elimden geleni yaparım dememişti? Neden erkenden çocuk doğurmuştum. Kaleme kâğıda doymadan neden kucağıma bebek almıştım? Kızımın da hayatını mahvetmiştim, daha da mahvetmeye meyilliydim.
Hacı hayırlısı olsun dedi. Gacet sessizdi.
Bence hacı o dönemler gideceğinin farkındaydı ama yaka paça klinikten kovulacağı aklının ucundan bile geçmiyordu.
Eğer bu yazıyı sonuna kadar okumuş ve buraya kadar gelmişsen asla vazgeçme olur mu? Kafandaki ikilemlerden kurtul, istediğini yap. Asla; elde ettiğin hayallerinin yolundan yürümekten vazgeçme!

20 Ocak 2019 Pazar

SEÇİM






Şu an otuz üç bloklu bir sitede oturuyoruz. Her bloğun kendine ait temsilcisi oluyor. Her temsilci yönetimi seçme kararını elinde bulunduruyor. Ayrıca aidat ödemiyorlar. İki yılda bir yapılan seçimlerde temsilci adayı olabiliyorsunuz.
Mevcut site temsilci yönetim seçiminde blok temsilciliği adayı oldum. Her blokta yaklaşık kırk daire var. Benimle birlikte iki erkek adayla yarıştım. Birisi güvenlik amiri diğeri alt komşumdu.
Komşuluk ilişkilerimizi geliştirmek, görevlilerin verilmeyen asgari geçim indirimlerini verilmesi için çalışmak, blok temsilcilerinden alınmayan aidatın alınması yönünde çalışmalar yapmak niyetindeydim. Eğer yönetim böyle bir imtiyaz tanıyorsa benim görev ve sorumluluklarımı vermeli, denetlemeli bunu bir maaşa bağlamalı diye düşünüyordum.
Blok sakinlerini dolaşıp kiracılar ise ev sahiplerinden vekâlet almalarını, ev sahibiyseler oy kullanmalarını söyledim.
Sabah erkenden kalktım evi düzenledim, çamaşır astım, bulaşık yıkadım, kahvaltı hazırladım. Büyük olasılıkla erkek adaylar kahvaltılarını edip kahve içerlerken ben yerleri siliyordum.
Seçimin başladığında sandığın başında oldum. Vekâlet aldıklarımın yerine oy kullandım. Kırk dairelik bloktan 22 daire oy kullandı.
Sandık sayımına gittiğimizde 22 imza 24 oy çıktı. Üç adaya itiraz ederlerse, seçimin yenileneceği itiraz etmezlerse iki oyun kendi seçimleriyle iptal edileceği söylendi.
Erkek oldukları için onlara nezaket gösterdim. İki zarfı seçtiler, iptal edildi.
Sandık başında beni destekleyen, vekâlet alan kiracı arkadaşım vekâlet kağıdını getiren komşumun kağıdına itiraz etti. Neden yerleşim yeri yazmadığını sorguluyordu. Ve kâğıttaki ev sahibini aradı. Ev sahibi vekâlet verdiğini söyleyince, sustu.
İşlem bittikten sonra bende neden böyle düşündüğünü sordum. Öyle yapıyorlar dedi. Kendileri dolduruyorlar dedi. Bende bunu ben bilmiyorum, siz bildiğinize göre sizde öyle yapıyorsunuz dedim.
Uyumsuzlar. Sağ olsun alt komşum inanılmaz uyumsuz biridir.
18 konut ikametçisi oy kullanmadı. Mevcutta hemcinsim olup kiracı olanlar bile ev sahiplerinden vekâlet alabilme becerisi göstermediler.
Kadın kadına destek olmazsa olmaz bu işler.
Kadınlar her işin üstesinden gelir klişesini kullanmayacağım. İnsanoğlu üstüne düşen sorumlulukları ve içindeki gücü kullanabilmeli.
On üçe dokuz oyla alt komşum bina temciliğini kazandı.
Bende akşama ne yemek yapsam diye düşünüyorum.

19 Ocak 2019 Cumartesi

İLK OKUL- 4


Kızım ikinci sınıfı bitirdiğinde okula yerleşirsem, onu tamgün bir okula naklettirecek ve bunun için elimden geleni yapacaktım.Nüfuslu  birinin yardımı gerekiyorsa, bir yardım çarkı dönüyorsa bunu kullanmaya razıydım.
Hayatım boyunca kimsenin yardımıyla hareket etmemiştim. Acaba orada tanıdık kim var, elimizden nasıl tutar? Düşüncesi bana tersti. Bir iş olursa olur olmazsa olmazdı işte.
Maalesef bizim ülkemizde işlerin olurluğu konusunda çok büyük bir şansa, onun yanında başarıya, birde yardım edecek hala dayıya ihtiyacınız var.
Eğer tek başınıza bir işi yapmaya kalkıyorsanız, çok zor ve yıpratıcı yollardan geçmeniz gerekiyor. Ama sizin ile aynı konumu, üç beş tanıdığı olanlar da kazanıyor.
Böyle olacaktı. Yapacaktım. Nasıl nasıl okuyacaktım. Okuduğumda ne olacağım beni ilgilendirmiyordu. Zor yöneticilere, Örtger den alışıktım. Süreç biraz zorlayıcı olacaktı ama nasıl olsa kayınvalidem var diye düşünüyordum. Mutlaka işyerimde bu konuda destek olurdu. Kimse olmasa Gacet bana yardım ederdi. Aklımdan geçen maddi anlamda değil manevi anlamda destekti.
İşler kayınvalidemle aramızdaki gerginlikle iyi gitmemeye başlamamalıydı. Hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya çalıştım. Kızımdan vazgeçemezdi. Öylede oldu. Kendiliğinden aramızdaki buzlar eridi. Her şekilde öğretmene hediyeler vermeye beslenmesinden paylaşmaya devam etti kızım.her seferinde benim hazırladıklarım çıkartılıp yerine poğaça börek konuluyordu. Çocuğun yanına havuç konulur muydu?
İstediği kabul görme çabası mı yoksa paylaşımcı biri olma yolunda mı bir türlü kafamda oturtamıyordum. Aslında yaptığı iyi bir şey olmasına rağmen çevremizdeki velilerin tutumu beni çok etkiliyordu.
Kendini kabul ettirme çabasıyla da bunu yaptırabilirdi ama işte o zamanlar içinde bulunduğum durumda bir türlü kafamda oturtamıyordum.
Ne öğretmeninden ne de bir başkasından benim çocuğuma imtiyaz gösterilmesi taraftarı değildim. Benim çocuğum başkasının hakkını gasp etmeyi öğrenmemeliydi. Başkası benim kızıma hayatı boyunca unutamayacağı kötü anılar bırakmasın, benim çocuğum da böyle bir durum yaratmasın niyetindeydim.
Böyle bir olaya sebebiyet verirse,  bende buna seyirci kalamazdım. Mutlaka müdahale eder ve düzeltmeye çalışırdım. Bazı olayları çocuk bunlar diye görmezden gelebilirsiniz ama bazen bu okulda öyle saçma olaylar oluyor, içinden çıkılamıyordu ki; insan böyle vicdani dürtüleri gelişmemiş insanların olamayacağına inanamıyor.
Bir gün Zoze’nin annesinin evine gittiğimde tesadüfen kızımın öğretmeni de oradaydı. Sanırım ilahi bir tesadüftü. Uğramayı düşünmüyordum. Yolumun üzerindeydi ama Zoze arayınca gitmek istedim. Sanırım bir işimiz de vardı. Zoze sınıf anasıydı, ailesi ile aynı mahallede oturuyorlardı. Annesini babasını, kardeşlerini tanıyordum. Bazen oraya geçtiğimi Cemo duyduğunda; “Seni nüfuslarına alsınlar.“ diye takılıyordu.
Annesi beni çok severdi. Babası da öyle… Bir zamanlar bir işlerinde yardımcı oldum diye, zavallı amca benim için çiğ köfte yoğurmuştu. Sonraları “Bu yaşlı adama neden bu eziyeti yaptım ne gerek vardı.“diye çok pişman oldum. Birçok yemek çeşitlerini, doğuya özgü kültürleri sorguluyordum. Yaş almış insanlara karşı bir zaafım vardır. Merak dürtümü onlarla doyurmaya çalışırım. Her gittiğimde mutlaka bir yemek bilgisi alırdım. Bazen onlar da yemek yerdik ve nasıl pişirdikleri ile ilgili sürekli sorular sorardım.
Mesela içli köftenin irmikle yapılacağını onlardan öğrendim. Hala şekil verme aşamasında onlar kadar becerikli olmasam da, eskisinden daha lezzetli yapabiliyorum. Evimizde pişen kıvamı tutmazsa sudan çorbası denilen Suzan çorbası diye bir çorbamız var.
İşte böyle yemek konuşuruz diye gittiğim bir akşam, kızımın öğretmeniyle karşılıklı çay içerken, öğretmeninin anlattığı bir olay beni derinden sarstı.
Kronolojik olarak doğru gitmiyorum. Öncelik okul meselesi!
İşyerinde henüz bir şey belli değildi. Sınava girecek, tercih yapacak daha sonra yerleşirsem her şeyi konuşacaktım.
O dönemlerde; yapacağım, nasıl nasıl bu işin üstesinden geleceğim diye düşünüyordum. Sınava girdim. Çok kötü olmayan, fazla ışık vermeyen bir puan aldım. Zaten niyetim; özel okulda okuma ve okul ile işi aynı anda yürütmekti.
Tercih zamanı geldiğinde; en çok istediğim en yakın olan okuldan, en az istediğime doğru bir sıralama yaptım. Okul tatil olmuştu, kızım köye gitmişti. Tercihlerin açıklanması ve hayatıma bir an önce yön vermek için sabırsızlanıyordum.
Bir kandil günü, kızımın özleminden burnumun direği sızlarken, tercihler açıklandı. Son tercihim olan, Bayrampaşa da, yeni açılmış, özel bir üniversitenin röntgen teknisyenliği bölümüne yerleştirilmiştim.
Tercihleri yapmadan önce; tüm okulları, ders saatlerini, öğrenci yorumlarını neredeyse hatim etmiştim. Ama öncelikli tercihlerim tutmamıştı. Benimle birlikte üniversite okuması için teşvik ettiğim diğer çalışan arkadaşlarda yerleşmişti.
Onların okul ücreti daha yüksekti ve bunları karşılayacak güçleri vardı. Yüzde elli burs kazanarak, ikinci öğretim, röntgen teknisyenliğine yerleşmiştim. Yüzde elli burs ile yıllık ücret on dört bin liraydı.
Bundan sonra her şey paraya ve işyeriyle yapacağım anlaşmaya bakıyordu. Okumak için işten çıkış saatlerim daha erken olması gerekiyordu. Haftada üç gün işten daha erken çıkıp okula gitmeli, gece eve geldiğimde, günün yorgunluğunu atmadan evdeki sorumluluklarımı yerine getirmeliydim.
Örtger sorun çıkartsa bile, Gacet beni destekler diye düşünüyordum. Paranın önemi yoktu. İsterse maaşımdan kesinti yapsınlar, isterlerse işe daha erken gelirdim. Ama manevi desteği Gacet tan bekliyordum.

17 Ocak 2019 Perşembe

İLK OKUL -3


İlkokul 2. Sınıfa geçtiğinde daha aktiftim. Yeni arkadaşlıklar edinmiştim. iş yerinden ufak tefek izinleri rahatlıkla alabiliyordum. Kendime de daha çok zaman ayırmaya çalışıyordum. Evin yükü devam ediyordu.
Artık yeni bir hayata başlama hevesindeydim. Okuyacaktım. Bunun için üniversite giriş sınavına kaydoldum. Hem okuyacak, hem çalışacaktım. Kızımın naklini tam gün bir okula alırsam, her şey istediğim gibi olacaktı. Haftada üç gün akşamları okula giderim, işten belki izin alırım diye düşünüyordum.
Yapardım ne olacak ki?
Okul hayatına yeni başlayan kızım çok mutluydu. Enerjisi yerindeydi. Birinci sınıfın stresini atmıştık. Üstelik anaokulundan arkadaşı, geçici olarak onların okulunda başka bir sınıfta eğitim alacaktı.
Nesliydi, bunu duyduğuma çok sevinmiştim. Yürüyüş arkadaşı bulmuştum. Zaten sosyalleşmeye başlamıştım. Ve sabahları işyerine yürümek için bir yoldaş bulmuştum.
Okuldan da arkadaşlarım vardı. Kızımın arkadaşlarının annelerini kendime uygun olanları seçmiştim. Seçmemiştim aslında, bu iş olağan bir şekilde gerçekleşmişti. Sadece sonradan meşhur ezici sınıf anası doğum yapmış yerine, Mardinli arkadaşım Zoze geçmişti.
Gonca ile ise arkadaşlığımız; bir okul gezisinde pekişmişti. Birbirimize hikâyelerimizi anlatmış ve bıkmadan dinlemiştik.
Zoze ile ise çocukları tiyatroya götürmüş, ardından annesinin evinde kahve içip sohbet etmiştik. Annesinin enjeksiyonu yapılması gerekiyordu, yardımcı olmuştum. Benimle arkadaşlığını o da pekiştirmek istiyordu.
Sınıfta birçok hemcinsim vardı. Özellikle kız anneleriyle yakınlık kurmak istiyordum. Bunu açıkça dile getirmiş olmama rağmen kimse yanaşmıyordu. O zamanlar mimliydim.
Zoze de Gonca da erkek anasıydı ve çocuklarla birlikte vakit geçirmek zordu.  Zoze ye sık sık ziyarette bulunuyordum. Bazen o beni arıyor bazen de ben gerekli durumlarda ona veya annesine uğruyordum.
Nesli …
Onun yeri apayrı. Bir yıl boyunca yürüdük. O konuştu ben dinledim. Ben konuştum o dinledi. Ne konuşmaktan ne de dinlemekten yorulduk. Bazen kahvaltı etsem bile bir kafede oturur enikonu çay içer kahvaltı ederdik. İştahla ikinci kez kahvaltı edişimi seyrederdi.  O da benim gibi yoğun çalışıyordu. Etkinliklere katılmaya fırsat bulamıyordu ama biz her fırsatı değerlendirmeye çalışıyorduk.
En kötü iç döküşlerimiz de bile kahkaha atacak bir neden buluyorduk. Yetişkin bir kadındı. Yetişmişti ve benim içimdeki coşkuyu, heyecanı dışa vurmamı sağlıyordu. En önemlisi netti. Bir şeyi lafı dolandırmadan söylüyordu. Tükenmeyen kelimelerimi anlıyor, dinlemekten bıkmıyordu.
Sabahları heyecanla okula gidiyor okulun önünde onu bekliyor. Bugün ne konuşacağız, acaba nerede oturacağız diye merak ediyordum.
Kızıma da arkadaşıyla olmak iyi gelmişti. Aynı sınıfta değillerdi ama birbirlerini kısacık teneffüslerde bulabiliyorlardı. Sınıfına yeni bir arkadaşı gelmiş yan yana oturuyorlardı. Annesi hafız, baba karayollarında ihale işleri yapıyordu. Dört çocuklu bir ailenin ikinci çocuğuydu.
Kızım o kadar seviyordu ki her akşam ertesi gün arkadaşına ne hediye götüreceğini düşünüyordu. Her gün beslenmeye bir sandeviç, bir meyve daha ekletiyordu. Bu benim çok hoşuma gidiyor onun iyi bir kız arkadaşı olmasını destekliyordum.
Okumayı bir türlü becerememişti. Yazma da yine sıkıntılar vardı. Benim gibi okumayı seven biri değildi. Geceleri uyumadan önce mutlaka kitap okurduk artık onun bir sayfa benim bir sayfa okumam şeklinde yol almıştık.
Kelimeleri,  yanlış okuyor, bazı yazıları tersten yazıyordu. Aslına bakarsanız sıkıştırılmış bir hayat yaşıyorduk. Akşamları eve gelip, yemek yememiz saat dokuzu buluyordu. Çünkü Cemo sekizde evde oluyordu. Dokuzdan sonra benim uykum geliyor ve yapmam gereken bir işim oluyordu.
Kızım ise bir türlü kendiliğinden dersleri yapmıyor ya da fazlasıyla yapıyor, yaptıklarının hepsi bazen yanlış oluyordu. Çemkiriyordum. Bir sürü işim olduğunu artık büyüdüğünü sadece zorlandığı yerlerde bana gelmesini söylüyordum ama mutfaktan bin beş yüz kere başına gidiyordum.
Şimdiki aklım olsa kesinlikle ilk üç yıl yanında oturur, dersi bittikten sonra işime bakardım. Kafamda işler öyle büyüyordu ve Cemo öyle yorgun oluyordu ki; her şeye acele ediyordum.
Okulda ise daha aktiftim. Öğretmen bazen beni bir takım işler için çağırıyor, bazen ise iletişime geçiyordu. Bazı hemcinslerime karşı ise ön yargılıydım. Mesleki tecrübelerime dayanarak kişisel çıkarlarından başka bir şey düşünemeyen, oturduğu yerden ahkâm kesip, kendinden başkasını gözü görmeyen insanlar olduğunu düşünüyor uzak duruyordum.
Bir tanesi bir okul pikniğinde; bağıra bağıra kıyafetlerim ve gözlüklerimle dalga geçecek kadar kendine güvenen yüreksiz insan tipindeydi. Diğeri bu sözleri duyup muhteşem kahkahasını atan diğer tip. Saçma geliyor değil mi? Çocuklar değil anaları çocuk gibi… Çocuklar bile böyle ukala davranışlar içerisinde bulunmaz!
Sadece bu değil bir veli toplantısında, kızımın en yakın arkadaşı olma aşamasındaki veli en öndeki sandalyeden, “Bu sınıfta ondan başka kimse yok mu?“ diye sorguluyordu. Aslında fitili 3. Atom ateşlemişti. Önce ona çocuğunuza beslenme koyun, daha çok ilgilenin diye serzenişte bulunmuş, artından ateş bana gelmişti. Hiçbir şey dememiştim. Ne diyebilirdim ki? Desem bu zihniyet değişir miydi? Değişmezdi. Kuyruğu sıkışan kedi gibi tırmalayan insandan ne beklenir?
O kadar saçma sapan cümlelerin uçtuğu toplantılar oluyordu ki; en arkada sessizce beklemek bana iyi geliyordu. Zaten bir şey söyleyecek söylerdi. Bir anne diğer anneye sizin oğlunuz sürekli dışarıda oynuyor benim oğlumda istiyor lütfen onu içeride tutun diyordu.
Düşünsenize hangisi daha şanslı sizce? Saçma sapan konuşmalar devam ediyordu. Sınıfa getirilen kitapların ahlaki değerlerinden bahseden anne tam takım yemek takımını öğretmenler odasına kurup ziyafet çeken eski sınıf anasıydı.
Sessizce arkalarda kalmak ve bu saçmalığa şahit olmak beni yoruyordu.
Okul meselesi olursa kesinlikle tam gün okula başlaması gerekiyordu. Ve daha çok çalışan anne babaların olduğu bir okul olmalı.  Evde oturup kafasında saçma sapan şeyler kuran, kendiyle mutlu olmayan insanlardan daha uzak olmalıydım.
Bundan sonra değişmeye başladım. Artık kızım okula bir şey götürmesine arkadaşına hediyeler almasına kızmaya başladım. Öğretmenine sürekli hediye götürmek istemesine sinir oluyordum. Bunu bir çeşit insanları kendine bağlama yolu olarak kullandığını düşünüyordum.
Bir akşam iş çıkışı Zoze’nin annesinin evine gitmiştim. Tam çıkışta Zoze kızımın bugün anneler günü için öğretmenine çiçek getirdiğini söyledi haberim yoktu. Babaannesiyle ayarlamışlar. Zoze bunun doğru olup olmadığını sorguluyordu.
Eve hışımla gittim. Kapıyı açtığımda kızım üzerime atladı. Sakin değildim. Anne öğretmenime çiçek götürdük,  çok sevindi diyordu. Ben hem ona hemde kayınvalideme çok abarttıklarını, artık yeter bir şeyler vermekten vazgeçmeleri gerektiğini söylüyordum.
Sen neden karışıyorsun ki? Diyerek hışımla döndü annem. Evine git dedi. Kızım ne olduğunu anlamadı. Eve gidince ona da çemkirdim.
Bu yıl okulu kazanırsam kayınvalidem akşamları kızıma nasıl bakacaktı. Onu iyice sinirlendirmiştim. Kızıma da çemkirmiştim.

16 Ocak 2019 Çarşamba

İLK OKUL -2


Ne için okula gönderiyoruz çocukları? Bu çocuklar ne için sabahın köründe uyanıp, kahvaltı bile etmeden, gözleri bile aymadan okula gidiyorlar?
İzahı zor bir soruyla başladım. kaşığı tutmayı, saçını taramayı bardaktan su içmeyi, tuvaletini yaptıktan sonra yada yapmadan önce yapması gerekenleri biz öğretiyoruz. Okula ise kalem tutmayı öğrensinler, okusunlar yazsınlar işte! Öğretmen,  doktor, mühendis olsunlar, para kazansınlar, rahat bir yaşamları olsun diye gönderiyoruz.
Peki, bu gerçek mi? Gerçekten ne bekliyoruz okuldan ve öğretmenden?
Onları akademik olarak eğitsinler, bu sistemde parmakla gösterilecek birey olsunlar. Bol bol test çözsünler, herkesten üstün olsunlar, herkes onlara gıpta etsin diye…
Ve sistem niye böyle? Kiminin çocuğu tam gün eğitim alabilen devlet okullarında ya da özel okulda okuyabilirken, kimilerinin çocuğu ikili ve sıkıştırılmış eğitim almak zorunda? Neden çocuklarımıza daha hayatının en başında eşit olmayan bir eğitim hayatını sunuyoruz?
Devlet politikaları, yaşam koşulları, büyük şehirlerin kalabalığı, yetersizlik bir sürü bahane bulablirsiniz….
İste tüm bu soruları o zaman düşünmeye başladım.  O zamana kadar sağlık alanındaki eşitsizliği görüyor, insanların sistem içinde nasıl boğulduklarına şahit oluyordum. “Başına gelmeden bilemiyor insan!“ sözü tamda burada geçiyor.
Aynı eşekten düşen farklı düşünen insan tipi de diyebiliriz.
3. Atom tanışma toplantısı düzenlediğinde; henüz tanımadığı otuz iki öğrencinin en az yirmi velisiyle karşı karşıyaydı. Veliler öğretmen değişikliği karşısında tuttukları yastan çıkmışlardı. Bundan sonra daha iyi olacağına inanan bende oradaydım.
Tüm veliler çocukları hakkında bilgi almaya çalışıyordu. Öğretmen daha yeni olduğunu söylemeye çalışsa da, herkes çocuğunun eksiklerini söylüyor ekliyordu. Montunu giysin, zorlayın yemeğini yesin, paltosunu, kitabını unutmasın, lütfen masraf olmasın derdindeydiler.
Ben ise; sınıfa bir kütüphane kuralım. Herkes birer tane kitap alsın, dönüşümlü okusunlar ikinci dönem almayı yineleyelim, sıraları monteserro eğitimine göre düzenleyelim, perdeleri sürekli yıkayalım, sınıf anası olarak gönüllü biri olsun, derdindeydim.
O gün toplantıya çok konuşan ana olarak geçtim. Ne olduğu değil, onlar içini nasıl olduğu önemliydi.
3. Atom sınıf anası seçmek istemiyordu. İdare ederiz ve eksiklerimizi de kendi aramızda hallederiz diyordu. Ama hepimiz sınıf anası olması taraftarıydık. Ben eski sınıf anasının devam etmesi yönünde bir fikir sundum.
Üç yardımcı ekleyip eski sınıf anasında karar kıldı. 3. Atom. Aslında yapmak istediği tüm anneleri becerilerine göre kullanmak ve bunu zamanla tanıyarak yapacaktı. Kimseye bağlı kalmak istemiyordu. Veya başına gelebilecek olayları seziyordu. Çünkü deneyimli bir öğretmendi.
Böyle bir sosyo kültürel bir çevrede öğretmenlik yapmamıştı ama sanırım az çok anlayabiliyordu. Bende; sınıf analığının aslında kadınlarda ezici bir güç olarak görüleceğini, kendini 2. Öğretmen sanacağını, tatmin olmadığı var olmak düşüncesini doyurmak için uğraşacağını hiç düşünmemiştim.
Zamanla insanların yan yana yürümekten değil üstüne basarak merdivenleri çıktığına gözlerimle şahit oldum.
Benim içinde öyleydi. Çocuğumun akademik başarısını önemsiyordum ama öncelikli sorunumuz birbirimize alışmamız ve benim yorgunluğumu görmezden gelerek sabırlı olmam gerekiyordu.
İş hayatımdaki stres, yaşam biçimi kendine ait olan ve tüm zıtlıklarımla beraber yaşadığım bir eşim, ne yaparsam yapayım bir türlü yaranamadığım bir kayınvalidem vardı.
Tv karşısında birisi uzanırken diğeri çocuğa ders yaptırmaya uğraşıyorsa orada bir cazgırlık mutlaka oluyordu.
Zaten ben eve gelmeden bir saat önce evde olan kızım babaannesiyle okuldan çıkıp, istediği , kalem silgiyi aldırmış,tv karşısında dersini yapıyordu.
Kapıyı açıp manzarayı görünce hemen öfkeleniyordum. Bu böyle devam etti. Önce yazmaya sonra yazdıklarını okumaya başladı. Aktif bir çocuktu, bazen boyundan büyük laflar eder, bana annemmiş gibi davranırdı. Aslında benim yaptığımı bana taklit ederdi. Ben ona karşı öyle davranıyordum.
Bitmek bilmeyen bir merakım vardı. Akşamları işlerimi bitirdikten sonra, hemen o gün gördüğüm, beğendiğim ya da öğrendiğim şeyleri yapmaya çalışırdım.
Kızımda merakını benden almıştı. O da ben gibi inatçı, meraklı ama çalışkan değildi. Çünkü her seferinde sen bilmezsin denilerek büyümüştü. Babaannesi çorabını giydirmiş, tuvalette temizliğinde yardımcı olmuş, saçını taramış, kıyafetlerini eline vermiş, gerekirse giydirmişti.
Aslında ne kadar sevgi dolu görünse de bu tembelleştirici bir davranış biçimiydi. Bana geldiğinde ise hayatının sorumluluğu ondaydı. Defterini toplaması, yatağınız düzeltmesi, saçını taraması,kitabını okuması ve dersini yapması kendi sorumluluğundaydı.
Buna ne kadar teşvik edersem edeyim aslında teşvik kısmı bence doğru değildi. Çünkü ben sert ve katı kurallar koyarak bunu yapmaya zorluyor yapmadığında ise çemkiriyordum.
Doğru değildi. Fazlasıyla anaç bir kadının elinde büyüyen biri için bende fazlasıyla sert bir patron edasıyla davranıyordum.
İnsanları seven, arkadaşlık kurmaya çalışan ve topluma ilk kez katılan kızım için hayatı zorlaştırıyordum. Hem okulda yaşadıklarıyla hem de benimle baş etmek zorunda kalıyordu.
O zamanlar kendini kabul ettirmek için hediye vermeye çalıştığını düşünüyordum. Sürekli bir arkadaşına hediye götürmek bir şeyler vermek istiyordu. Onu hediyesini kendi eliyle yapmaya zorluyordum. Ama babaannesi her okul çıkışında yaptığı gibi yine istediğini alıyor, okula giderken de ona para veriyordu.
Benim hazırladığım beslenmeler atılıyor, yerine köşedeki fırından poğaça alınıyordu. Bir gün öğretmenine hediye götürmek istediğini söyledi. Bende bunun iyi bir fikir olduğunu ve ona çok sevdiğim kitabı alıp hediye edebileceğini söyledim.
O dönem MOMO yu okumuş hayatı gerçekten sorgulamaya başlamıştım. Herkese MOMO alıyor ve hediye ediyordum. Gittik ve kitabı aldık. İçine yazı yazdım ve okula gönderdim.
Öğretmeni mutlu olmuştu ve kızımın tahtaya ilk yazdığı cümle“ Annem öğretmenime kitap aldı.“ oldu.
Öğretmenin gözünde kitap hediye eden, velilerin gözünde ise geveze bir kadın olarak tarihe geçtim.

15 Ocak 2019 Salı

İLK OKUL


Örgü örüyor, dikiş dikiyor ve sürekli yeni şeyler öğrenmeye çalışıyordum. Çocukluğum da öğrendiğim tığ işini, lise yıllarında yaptığım vitray boyaları tekrar deniyordum. Örgü örmeyi Hatice teyzem öğretmişti. Çok erken yaşta evlenmiş ve İstanbul’ yerleşmiştim.
O zamanlarda meraklıydım sürekli bir şeyler yapmaya… Bazen Aksaray’dan Eminönü’ne tramvayla gider,elime geçen bütün hobi malzemelerini alırdım. Dikiş dikmek yeni elbiselerde falan işe yaramıyordu. Attığım kumaşların sayısı oldukça fazlaydı. Örgüye vakit bulmam için uykusuz kalmak zorundaydım.
Hiç bir şey yapmasam bile sürekli hobi eşyaları, bir gün belki işime yarar diye birçok dikiş malzemesi alıyordum. Durmadan hobi sitelerini inceliyordum. Hoşuma giden şeyleri yapabiliyor olmaktan çok hoşlanıyordum. Blog aleminde insanların durmadan ürettiğini görmek canımı sıkıyor. Neden ben böyle şeylere vakit ayıramıyorum diye hayıflanıyordum.
Her şeyi merak eder hale gelmiştim. Evde sirke yapmaya çalışıyor, tereyağı nasıl olur diye kafa yoruyordum. Peynir denemesi bile yapmıştım. Köyü özlüyor oradaki insanların enerjilerine hayran kalıyordum.
Kadınların, haftada bir ekmek yapacak güçlerinin olması. Bu iş kesinlikle beden gücü gerektiren bir şeydi.  Bir zamanlar köyde herkes haftalık ekmeğini yapardı. Bağ bahçe de, her gün, düzenli olarak çalışmalarına, ürettiklerini elde etmelerine hayran kalıyordum.
Bizim balkonda maydanoz bile yetişmiyordu. Köyde bir yaşam kurmak ve ölene dek orada kalmak istiyordum. Merakla birlikte internette sürekli araştırma yapmaya ve okumaya başladım. Kitap yorumları okuyor, el işi videoları seyrediyordum. Bazen eve o kadar yorgun gidiyordum ki; görüp denemek istediğim şeylerin malzemelerini iş çıkışı alsam bile yapmaya fırsatım olmuyordu.
Hayatı sorguluyordum. Böyle sıkıştırılmış bir hayat yaşamak zorunda mıydım? Sabahları erkenden ayaklanıp, gecenin yorgunluğu için tekrar yorulmak, erkenden evden çıkmak, bambaşka insanlara güler yüz göstermek, merak ettiğim hiçbir şeyi deneyememek zorunda mıydım?
Hayatı sorguluyor, su üstündeki saman tanesi gibi sürüklendiğimi hissediyordum.
Evde olsam istediğim kadar uyusam, dinlensem ve meraklarımın peşinden gitsem diye hevesleniyordum. Bu mümkün değildi. Tüm ailemi peşimden bu eve sürüklemiştim. Sanki, mülteci kampı gibi bir yaşam sürdüğümüz; mutfağı yan komşunun tuvaletine bakan, camından karşı komşunun camını görebildiğiniz, biri gelirse diye düzenli bir salona sahip olmak istediğiniz bu eve gelerek hepimizi uzun soluklu, zoraki hayata sürüklemiştim.
Bir gün; köye dönecek taş evimin bahçesinde kitabımı okuyup kahve içecektim. Bunun için bu şehirde çok çalışmam, sevmediğim bu evde ve bu hayatı yaşamam gerekiyordu. Cemo da köyde yaşamı bilmeyen hayatı boyunca bu küçük evlerde, televizyon karşısında yaşamış bir insandı. Gitmezdi.
Evinin arkasında muhteşem bir dağ manzarası yoktu. Eliyle karpuzu koparıp, yere vurup yarıp, avuçlayarak yememişti. Tarlaya gidip, köy ekmeğinin arasına bir dilim peynir, dalından koparılıp konmuş biber ve domatesle yememişti.
Taze sütün hayvandan nasıl sağıldığını, onların nasıl otlatıldığını, yazları insanların kışlık yem hazırlıkları için ne kadar uğraş verdiklerini bilmiyordu.
Şimdiye kadar hayatını kolaylaştıran annesi ve annesinin ondan iki kat hayatını kolaylaştırdığı abisi  ile  yaşamıştı. Babaları öldükten sonra komşuları tarafından babasının vasiyetiyle bir ustanın yanına yerleştirilmişti. İlkokulu bitirdiğinden beri çalışıyordu. Dünyanın en ağır yükünü kendisi taşıyormuş gibi davranıyordu.
Onun yükü; aslında yaşadığı hayattı. Daha sade, daha mutlu olabilirdik. Bu onun asla mümkün olmayacağı kanaatindeydi. Gidelim buradan her şey razıyım. Bir küçük barakamız olsun yeter, sen ustasın elinden her iş geliyor emin ol daha çok çalışacaksın ama sabah uyandığın manzara ve duyduğun sesler seni daha mutlu edecek dediğimde; bunların sadece emeklilik hayalleri olduğunu, eğer çalışmasaydım belki şansımız olabileceğini söylüyordu.
Şimdi çalışmak zorundaydım. Bu aileyi sürüklediğim bu hayattan kurtarmak için çalışmak zorundaydım.
Köyde yaşayanlar ise; İstanbul da düzenli bir işim, muhteşem bir çalışma ortamım olduğunu, iyi para kazandığımı düşünüp hayıflanıyorlardı. Düzenli iş, para ve mevkinin aslında hiçbir şey olduğunu bilmiyorlardı.
Şerefli bir yaşam ve çalışkanlık her şeye bedeldi. Komşunuza selam vermeden geçmek, yan tarafınızda kimin oturduğunu bilmemek, acaba başıma bir şey gelir mi diye yollardan yürümek…
Sabah kalkıp tarlasına gidebilen, bahçesinden taze sebze meyve yiyebilen insanlara, bunları alabiliyor olmak ve bunları alabilmek için çalışmak daha cazip geliyordu.
Kızım ilkokula başladığında artık buradan dönmek bambaşka hayata tutunmak için bir çok yol arıyordum. Bunu köyde yaşadığımda, anneme yardım bile etmediğim peyniri yaparak, sağmadığım ineklerin sütüne para verip alarak, yoğurdumu mayalayarak, hatta sabun bile yapmaya çalışarak tatmin olmaya çalışıyordum.
Artık ilkokula başlamıştı.  Öğretmen seçimi yapmamıştık. İlk gün ben izin alamadığım için babasıyla gitmişti. Okulun en yaşlı öğretmeninin sınıfındaydı. Cemo ya hemen değiştir dedim. Abarttığımı düşünüyordu.
İlkokul üçe kadar köyde okumuş, dördüncü ve beşinci sınıfı ilçede tamamlamıştım. Bizim mezuniyetimizden sonra emekli olacak yaşlı bir öğretmen ile iç acıcı olmayan anılarım vardı. Evet, parlak bir öğrenci değildim ama keşfedilmesi gereken maden olabilirdim!
Eve gittiğimde, Cemo; aslında matematik öğretmeni olan arkadaşının ona yaz başında kendi arkadaşını önerdiğini ama bunu bana söylemeyi unuttuğunu söyledi. Bu şimdi mi söylenir diye çemkirdim.
Madem tanıdığımız biri vardı. Neden bunu halletmemiştik?
Kızım benim yaşadığımı yaşamamalıydı. Devir değişmişti.  İyi bir öğretmende eğitim almalıydı. Hem sevecen hem de hırslı bir öğretmen olmalı, kızım sağlam bir temel eğitimle yola devam etmeliydi.
Ertesi günü okula gidip öğretmeni değiştirdim.  Müdür yardımcısı bana çok pişman olacağımı söyledi. Madalya takacak hali yoktu. Tabii ki öyle söyleyecekti.Buna hiçbir zaman pişman olmadım. O dönem branş öğretmenleri ataması gerçekleşti meğer bizim öğretmen matematik öğretmeniymiş. Daha serbest çalışıp aynı maaşı almayı ve kendi branşını yapmayı terci etmişti.
Başka bir okuldan bir öğretmen daha geldi. Bu öğretmen sürekli sınıfta değildi. Tanışmaya gittiğimde sanki devam etmeyecek geçici biriymiş gibi davranmıştı. Nitekim öyle oldu. İki ay içerisinde o da gitmişti.
Milli eğitimde köklü değişikler devam ediyordu. Biz daha birinci dönem bitmeden üç öğretmen devirmiştik. Arkadaşları ise iki öğretmen! İstanbul’un en eski okullarından birinde, İstanbul’un en eski, kalabalık semtinde ikili eğitim veren bu okulda da bunca yıl bu kadar öğretmen değişikliği olmamıştı herhalde?
Müdür, ikinci eski öğretmen ve üçüncü yeni öğretmenin katıldığı bir veli toplantısı düzenlendi. Kadınlar ikinci öğretmenin gitmemesi için imza topluyorlardı. Milli eğitim şikâyet hattına okulu şikâyet ediyorlardı. Bilmedikleri şey; sistemin yaptığı bir şey olduğu ve sistemin yarattığı mağduriyeti şikayet etmeleri gerektiğiydi.
Toplantıda müdür de eski öğretmende konuşması gerekenleri konuştular. Bunun son kez yaşandığını ve sistemdeki sıkıntıdan bahsettiler. Ama bizim öğretmenler gününde, tam takım yemek takımı ile öğretmenlere masa kuran, okulda aktif olmaya bayılan sınıf anamız ve arkadaşları; en arka sırada giden öğretmen için ağlıyorlar, bağırıp yas tutuyorlardı.
Tam bu sırada 3. Ve yeni öğretmenimiz geldi.  Artık ondan 3. Atom diye bahsedeceğim. Kimse hoş geldiniz bile demedi. Öylede kenarda dikiliyordu. Benimde hissettiğim bu saçmalıklara dayanamayıp sınıfı terke etti. Bu onurlu davranış alkışlanmalıydı. Ama ağlamak ve dert yanmakla meşgul olan analar; bunu bir saygısızlık olarak düşünüyorlardı.

14 Ocak 2019 Pazartesi

Anaokulu


Sabahları en geç altı da uyanıyor, evdeki dağınıklığı topluyor, hazırlıyordum. Akşama ne yemek pişecekse onun ön hazırlıklarını yapıyor bazense hazırlayıp bırakıyordum. Eşim bizden erken kahvaltı edip gidiyordu. kızım ise; kahvaltı etmekte zorlanıyordu.
Yedi buçukta evden çıkmış, yolda yavaş yavaş yürüyerek okula gidiyorduk. Bazen geç kalıyorduk. Hadi diye yinelemekten sıkılıyordum. okula bıraktıktan sonra yola düşüyor. Her zaman geçtiğim yollardan geçiyordum. Cerrahpaşa durağında durup kitabımı okuyor ve hep yaptığım gibi, beyaz şeritli perdesi olan evin ışığının yanmadığını görüyordum. Ahşap evin, dış kapısının tam üstündeki saatin asılı ve doğru olup olmadığını kontrol ediyordum.
Aksaray’a geldiğimde Ziraat Bankasının boş alanındaki kuşları yem yemeye çalışırken insanların adımlarıyla kaçışmalarını ve tekrar aynı noktaya gelmelerini görüyordum. Çiçekçiler yeni işbaşı yapmaya çalışıyorlar. Esnaflar gecenin yorgunluğuyla yeni kepenklerini kaldırıyorlardı.
İşyerine geldiğimde hemen üstümü değiştiriyordum. Çay demlenmiş ise alıyor günlük olarak düzenle yaptığım işlerimi yapıyordum.
Kartlı sistemden, bilgisayar sistemine geçildiği için, önce hastaların eski kartlarını topluyor, hepsini işliyordum. Defterler, hasta kayıtları, geceden kalan eksikler. Çoğunlukla birkaç hasta bekliyor oluyordu. hemşire ve doktorlar biraz daha geç gelirdi.
Sürekli bir hemşire değişimi olurdu. Yıllarca bizimle çalışmış olan tek doğrunun kendi yaptığı olduğunu düşünen hemşiremiz, bir hastanenin başhemşireliğine geçmişti. Hemşire ve temizlik personeli düzeni bir türlü oturamamıştı. Gelenler hem Örtger’e hem bana dayanamıyorlar. Bazen de biz onlara dayanamıyorduk.
Sürekli işleri tekrardan anlatmak, basit bir şeyi becerememiş olmalarına kızıyordum. Olmayanları tamamlamak hastaları rahatlatmak zorunda kalıyordum. Üstüne birde her gidenden kalan iş yüklerini üstüme alıyordum. Örtger ise ortamı germe görevini layıkıyla yapıyordu. Hemşireyi gönderince de sen nesin ki ,ne yapıyorsun? edasıyla aslında arkada işlerin nasıl yürüdüğünü bilmiyordu.
Yeni yeni kızımla beraber kalmaya başlamıştık. Bazen acaba İstanbul da bir hayatım olmasaydı nasıl olurdu diye düşünüyordum.
En büyük sevincim küçük erkek kardeşimi bu hayatın içine sürüklemeyişimdi. En azından okuluna yakın bir yerde ve büyük erkek kardeşimle beraber bir yerdeydi. Bir daha geri dönüşüm mümkün olmadığını düşünüyor, içten içe yaptıklarıma kızıyordum.
Büyük erkek kardeşimde eğer dönersek ve evi almak istersek daha yüksek bir fiyata bize satabileceğini söylüyordu. Ben ise nasıl olsa yıllarca yaşadık şimdi de eğer başımız sıkışır ise hep beraber yaşabilirdik diye düşünüyordum.
Ana okuluna başlayan kızımla her Pazar planlar yapıyorduk. Bir hafta tiyatro, ikinci hafta mutlaka etkinlik üçüncü hafta mutlaka sinema, son haftada ise bir AVM gezisi…
Şimdi düşünüyorum da; aslında ben evde kalırsam çocuğumla ne yapacağımı bilmiyormuşum. Yıllarca aramızda kuramadığımız bağı yaptıklarımla kapatmaya çalışıyormuşum. Aslında bize gerekli olan duygusal bağımızı kurmamızmış.
Evde kalıp beraber vakit geçirmek, kitap okumak, televizyon seyretmek yada beraber yapacağımız aktivitelerde bulunmak, bu temizlik yapmak bile olabilir.
Ben ise Pazar sabahı dahil erkenden kalkıyor neredeyse tüm işleri bitiriyordum. Akşam yemeği bile hazır oluyordu çoğu zaman, bitmiş halde onunla etkinliğe gittiğimde onu içeriye bırakıyor kendime dinlenecek köşe arıyordum. Tiyatro da ise çoğu zaman uyuyordum ama gözlerim açık oluyordu.
Ana okulunda çoğu zaman basit dersler veriliyordu. Bunları yapmakta zorlanmıyordu.  Okulda ise sürekli bir etkinlik vardı. Üstüne bende işliyordum ama asıl işlemem gereken anne çocuk bağıydı. Onu büyütmediğim için bunun farkında değildim.
Kayınvalidemin, kızıma karşı inanılmaz bir bağı vardı. Bizi inanılmaz iten ama onu kucaklayan. Aslında kayınvalidemle ilişkimiz olur olmaz eften bir durum karşısında açılmış ve yıllar önce Gacet ın yine aklını kullan konuş onunla demesiyle; karşıma alıp konuşmuştum. İkimizin de kadın olduğunu ve birbirimize hayatı kolaylaştırırsak daha mutlu ve iyi bir aile olacağımızı söylemiştim. Ailede herkes birbirinin kusurlarını örterse o ailedir. Değil mi? Bir türlü şu kromozom işini anlatamadım ama o hala benim ona çekmiş olduğum için ilk kız çocuğu doğurduğuma inanıyor. 
Aklına yatmıştı bu söylediklerim. Yıllarca annesiz büyümüş, kendinden yaşça büyük biriyle evlenmiş, genç yaşta dul kalmış ve çocuklarını büyütmek için elinden geleni yapmış bir kadındı.
Sürekli yardım etmekten ve karışmaktan hoşlanırdı. Zaten yaşlı olduğu için kızıma kimsenin ona değer vermediğini hissettiği dönemlerde bakmaya başlaması hayat vermişti. Onun unuttuğu bana da unutturduğu şey kızımın bana ait olduğuydu.
Kızım büyürken hiçbir şeye müdahale edememiştim. Yemeğine, saçına, kıyafetine, hiçbir davranışına karışamıyordum. Onu kırmak ta istemiyordum, beklide bu kadar yoğun çalışırken ve yoğun bir hayat sorumluluğumun içerisindeyken benimde kolayıma geliyordu.
Ama evde tüm sorumluluğu bana verip oğlundan hiçbir beklentisi olmaması sinirlerimi bozuyor ve beni öfkelendiriyordu.
Okuma yazma bilmiyor ama benim söylediğime değil, televizyondan duyduklarına inanıyordu. her hafta kızımı alırken, taşındığımızda akşamları kızım bizim evimize geçerken“ Dikkat et ha’’ diye tembihliyor. Kızımın yemeyeceği yemekleri yapmamamı söylüyordu.
Ama bir sabah kahvaltısını, akşam yemeğini bile bizimle yemiyordu. Ben hazırladığım her şeyi ona götürüyordum. Aynı aileydik ama farklı kapı komşusu gibiydi.
Ana okulu çok güzel geçti. Hatta kızıma arkadaşlarıyla bir doğum günü bile yaptık. Veliler aklı başındaydı, öğretmeni ise her şeyi yapmak isteyen ve annesine her şeyi yaptırmak isteyen kızımı tolore edebiliyordu.
Ana okulu bittiğinde küçük erkek kardeşimde liseyi bitirip köye döndü. Kızımda o yaz dayısıyla köye gitti. Yaz tatillerini köyde geçiriyor, bende yıllık iznimden ufak kaçamaklar yapıp gidip geliyordum. Bunu bir rutine bağlamıştık. Köyde çok mutlu ve aktif oluyor, şehrin keşmekeşsinden kurtuluyordu.
Onu özlüyordum ama gittiğinde ise kendim kaldığıma hem seviniyor hemde dinlendiğimi düşünüyordum. Cemo ile ikimiz evde geçirebileceğimiz planlar yapıyorduk.
Bir de kayınvalidem mutfak camından bizim mutfak camına; tabi attınız çocuğu oraya keyfinizi sürersiniz diye bağırıp tüm enerjimi almasaydı daha güzel olabilirdi.

12 Ocak 2019 Cumartesi

GÜNLÜK

Dörtten beri ayaktayım. çamaşır astım, kızımın istediği bebeği bitirdim, bulaşık makinesini çalıştırdım, kahve içtim. Yazıyı da yazıyorum ama uykum fena! Uyumamalıyım sabah sekide kızım kursa gidecek. Yazı yarı hazır. İçime sinmedi kaldığımız yerden belkide başka yerlerde kalmak üzere...

Merak ettiğiniz kısımları yorumlayabilirsiniz.

11 Ocak 2019 Cuma

KALDIM


Herkes şaşırmıştı. Çünkü bu kararı; Dr.Gacet’dan önce kimseyle paylaşmamıştım. Karlos “Neden vazgeçtiğini düşün?“ diyordu. “Yani bu vazgeçtiğin büyük bir vazgeçiş değil, kaybın büyük değil, ona göre karar ver.“diyordu.
Hacı ise; bu kadar yaşam değişikliğimin üstüne birde yıllarca emek verdiğim bir işte, bunca şeye katlanmışken vazgeçmemin doğru olmadığını söylüyordu. Bak eleman aranıyor artık Gacet ile konuş o zaten gitmeni istemiyor, gitme diyordu. Yıllarca hepimizi bu kliniğe bir patron edasıyla köle etmişti. Evet, hacı, hacı sanki patron gibiydi. Bazen ise babamız gibi…
Geç kalsak kızar, işinize sahip çıkın derdi. En çok benim en büyük destekçim ve yıllarca Örtger’e katlanma sebebim oydu.“ Sabırlı ol, doğru bildiğinden şaşma, sen kazanacaksın.“ derdi. “Bu adam böyle kabul et. Sen onlar için, onlar senin için nimet. Hazır iş bırakılır mı? Daha ne istiyorsun, dışarıda maaş ödemeyen, ortamı kötü birçok işyeri var. Bu yüzden bunca yıllık emeğini neden bırakıyorsun?“ Diyor. “Zaten eşinin işi belli değil, sen yeni bir hayatın başındasın, biz çok gördük bunları, patron böyle olur ne olacak ne bekliyorsun?“ diye ekliyordu.
Yıllarca patronlarımızın hakkını savunan, bizim klinikte tabiri caize eeeşşşek gibi çalışmamızı sağlayan bu adamı; hiçbir sebebi yokken, neredeyse yaka paça klinikten kovan kişi Örtger di.
Başına bunların geleceğini bilseydi yine aynısını yapardı. Doğruluktan yanaydı, aldığınız parayı hak edin, hastalar sizin ekmeğiniz saygı göstereceksiniz diyordu.
Örtger böyleydi işte oğlunun vefatında, yanında destek olması için giden, kliniğimizin en yaşlı elemanının bile gözüne bakmadan kovabilecek kadar, unutkan, bencil, tuhaf…
Bunları yaşamak istemiyordum. Bu saçma sapan, gereksiz öfke nöbetleri beni yıpratıyor, gelecek kaygılarımı arttırıyordu. Ortada hiçbir şey yokken bunu yapan bir yönetici daha neler yapmazdı.
Hacının baskıları ve Gacet’ın bir gün kalp spazmı geçirmesi.(buna ben sebep oldum diye içim içimi yiyordu. Daha sonra da burnunun kırılmasına sebep oldum.). Evdeki; neden bunu daha önce yapmadın baskısı ile birleşiyordu.
Gacet in odasına girdim. Örtger konuşmak istiyor dedim.  Gacet sağ eliyle kapıyı itti. Oturmamı söyledi. “Ne düşünüyorsun, gitmeyecek misin? “ dedi. Konuşalım dedim. Şimdi sana bir yönetici olarak konuşmayacağım, düşünki karşında bir abin, amcan var dedi. Senin çalışmandan ben memnunum, Zekâna hayranım, Örtger’in davranışlarının farkındayım, böyle çalışmak zorunda değilsin, buna da katılıyorum. Ama sen bunca yaşam değişikliğinin üstüne daha stresli hale geleceksin. Düzenini bozma. Aklını kullan dedi. Kafamın tepesine eliyle saçlarımı karıştırıp( Gacet sevgisini böyle gösterir). Konuşuruz deyip odayı terk etti.
Şimdi düşünüyordum da bu da bir insanı boşluğa bırakma psikolojisi…
Örtger ve Gacet aynı odada konuştuk. Belki bu kez adam gibi bir konuşma yaparım diye geçirdim içimden. Tanı kodlama eğitimine gidecektim, izin alırım, birde cumartesi iznini ekledim mi bu iş tamamdır dedim.
Örtger özrü kabahatinden büyük bir konuşma yaptı. Gacet sessiz kaldı. Bir iki teorik birşey söyledi. Cumartesi günlerini konuşamadan, odadan çıktım.
Kaldım…
Bitmedi…
Aslında tanı kodlama eğitimi için, özel bir üniversitenin sürekli eğitim merkezine kayıt olmuştum. Eğitimi alacaktım. Bir arkadaşım, devlet hastanesinde kodlama için eleman alımında bana kolaylık sağlayacaktı. Eğitimi alırım işi ayarlar işten ayrılırım diye düşünüyordum. Gacet benimle konuşmuştu ama ben ayrılmayı uzun vadeye atmıştım. Kalacaktım ama vazgeçiş değildi. Sadece daha yumuşak bir ortamda ayrılmam daha iyi olacaktı. Bu sürede birkaç özel hastane ile de görüşme yaptım. İnsan kaynaklarının en merak ettiği şey böyle iyi bir maaş ve iyi bir statüyü neden bırakıyor olmamdı. Hâlbuki o dönem asgari ücret ile aramda sadece altı yüz lira fark vardı. Bu da resmi izinlerim ve Cumartesi tam gün çalışmamı düşününce az bileydi.
Tanı kodlama eğitimi o dönemlerde yeni kayıt sisteminde geçiyordu. İleri seviye bilgisayar bilgisi gerekiyordu. Nerdeyse bir maaşım kadar eğitim ücreti yatırdım. Ama okul sürekli tarihi öteleyince bende vazgeçtim. Zaten paramı da üç ay sonra geri aldım. Eğitim yeni başlamıştı.
Örtger’in tavırları yumuşamıştı. Öfke nöbetleri geçiriyordu evet ama ben artık ağlama krizleri geçirmiyordum.
O yıl işte kalmamı, Dr. Gacet, Dr  Sonic, Dr. Pimapen, Dr Şeker ile birlikte köyde muhteşem bir hafta sonu geçirerek kutladık.
Gelincik tarlalarında gezip, güveç kabında yuğurdu kaşıkladık. Aileleriyle gelen doktorlarla birlikte harika bir hafta sonu tatiliydi. Bizim ev kalabalıklaşmış. Maviş gözlü ninem o zaman ayakta ve hâlen hoşsohbetti. Eşler çok uyumlu ve insan severdi. Hepimizin tadının damağında kaldığı bir geziydi. Bence ; Gacet ve ben benim gitmeyişimi kutlamıştık.
Kazdağlarında gezmiş, salçalı köy ekmeği yemiştik. Keşke Cemo da yanımızda olsaydı. Çok güzel olurdu ama Cemo hem yoğun çalışıyor hem izin alamıyordu.
Anaokuluna başlayan kızım da çok mutlu olmuştu. Beni seven insanların olduğunu görmesi onu çok mutlu ediyordu. Okulda sorun yoktu. Öğretmenini seviyor. Sabahları benimle okula gitmek için can atıyordu.
Tiyatro yapıyor, okulda birazda büyük olduğunu söyleyerek her işin kendisine verilmesini istiyordu. Benim içinde anaokulunda perdelerin sık sık yıkanması ve okula elektrik süpürgesi alınması dışında bir düşüncem yoktu. Perdeler her hafta veliler tarafından yıkanıyordu. Zamanla süpürge işini de hallettiler. Ama ikili eğitim olduğu için, daha okul havalanmadan öğlenciler giriyordu.
Ev hanımları çocuklarını öğlenci yazdırmıştı. Ben gibi çalışan analar birde öğlenci kontejanında yer bulamadığı için, sabahçı olmak zorunda kalmış birkaç ev hanımı vardı. O yıl toplantı ve etkinliklere fazla katılamadım.
Yerime Örtger’in kızı baktığı için ve benim yerime çalışmaktan mutlu olmadığı için, izin almakta zorlanıyordum.
Ama şimdi düşündüm de sanırım yurt dışına gitmişti. Bu yüzden idare edilemiyordu. Yılsonu gösterisi ve 23 Nisan gösterisi hariç hiçbir etkinliğe ve toplantıya katılamadım.


9 Ocak 2019 Çarşamba

OKUL BAŞLAR İŞ BİTER


Kızım sabahçı olacaktı. Ne yazık ki anaokulu da ikili eğitim veriyordu. En güzel yanı sabahları beraber evden çıkacak, kahvaltı edecek olmamızdı. Beraber yaşıyorduk. Bir aileydik ve artık kızım tamamen yanımızdaydı. Daha güzel ne olabilirdi?
Bir hafta boyunca okula uyum programında; sabahları gidip iki saat boyunca okulda onunla birlikte oluyordum. Çocuklarını bekleyen anneler, benim gibi, okulun yazları çay bahçesi olarak kullandığı bahçede oturuyorlardı.
Yeni insanlarla ve hikâyelerle tanışma fırsatı bulmuştum. Kimi çocuğunun kişiliğinden, kimisi endişelerinden, kimisi ise hayatından bahsediyordu.
Ben ise sabahları zor kalkıp uykulu gözlerimle bu hikâyeleri dinliyor. Aralarda kendimden bahsediyordum. Nesli ile o günlerden birinde tanıştık.
Masamıza gelip okula daha önce gelemediklerini ve alınacaklar listesini alamadığını bunun için telefon numaramızı istiyordu. Karşımdaki hemcinsim verir diye sesimi çıkartmadım. İçgüdüsel olarak her şey atlayan bir taraf olmak istemiyordum. Ama kadın soğuk bir bakış atarak telefon numarasını vermeyince, hemen atladım verin numaranızı size numaramı atayım konuşuruz dedim.
O zamanlar hayatıma sevgi dolu, en özel itiraflarımı yapabileceğim, karikatürlere gülebileceğim, siyaset konuşabileceğim, duygularımı istediğim gibi aktarabileceğim bir hemcinsimle tanıştığımı bilmiyordum.
Tıpkı; eşimin, yaşam merkezinin iç yapı çizimlerinin olduğu dâhili bellekte olan, ana okulu gösterisini kaydetmesi için verdiğimde;  ‘Kadın ne anlar?’ dediğimde aslında onun bir mimari çizim teknikeri olduğunu bilmediğim gibi… Kızlarımız tesadüfen anaokulunda aynı öğretmende eğitim alıyorlardı. O dönemlerde arkadaşlığımız sabahları çocukları bırakırken iki selamdan öteye gitmedi.
Bir hafta böyle uyumla geçmişti. İki saati okulda geçirdikten sonra eve geliyor hemen odadaki çekyatlardan birine uyumaya çalışıyordum. Aslında evde yapılması gereken birçok iş vardı ama uyumayı tercih ediyor, akşamüstü kalkıp birkaç yemek hazırlayıp zaten geç gelen eşimi bekliyordum. Sabahları sekizde bırakacak, öğlen bir gibi çocuklar okuldan çıkacaklardı. Babaannesi alma görevini üstüne aldı. Sabahları ben bırakıyordum, öğlenleri o alıyordu.
Neredeyse beş yıldır. Kızımla hiç evde kalmamıştım. Bazen ne yapacağımı şaşırıyordum. Hayatımız hafta içleri bir akşam annenin getirdiği etkinlikler. Hafta sonları yine annenin ayarladığı tiyatro, sinema ya da AVM etkinlikleriyle dolduruyorduk. Hafta sonları dayılarıyla vakit geçiriyor, benim sürekli işim oluyordu. Etkinlikler dışında, kalan zamanda; yemek, çamaşır, temizlik görevleri sadece benim sorululuğumdaydı.
Hiç beraber evde kalmamıştık, yoğun çalışıyordum izinlerimde ise Çanakkaleye gidiyorduk. Önce ev işlerini bitiriyor. Sonra akraba ziyaretine gidiyorduk. Zaten çocuklarla ortalıktan kayboluyordu.
Şimdi hep beraberdik. Sabahları erkenden uyanmam, kahvaltıyı hazırlamam, çocuğu giydirmem ve bunların hepsini yaparken güler yüzlü tatlı dilli olmam. İç sesimden vazgeçmem gerekiyordu.
Uyanmakta zorluk çekiyor, okula gitmesi için sabırsızlanıyordum. Yetersiz anne  duygusu,  o zamanlar beni kemirmeye başladı. Beceriksiz. Çalışan anne durmadan içimden konuşuyordu. Cemo çok yoğun çalışıyordu. Henüz yaşam merkezi inşaat aşamasındaydı. İşe gitmek ve eve dönmek için epey vakit kaybediyordu.
Evden memnun değildi. Bende öyleydim. Yatak odası karanlık çift gardıroplu ve çamaşır makineliydi, banyo tuvalet bir aradaydı. Alaturka tuvaleti bir ara kapatıp kiler olarak kullandık. Daha sonra mutfağa sığmayan bulaşık makinesini oraya geçirdik. Kızımın odasında sadece iki çekyat ve soba vardı. Salon yemek odası takımını koltuk takımını almıştı ama nefes almakta güçlük çektiğimiz bir alandı.
Kapıdan girildiğinde küçük bir hol, solunda aslında vestiyer olarak kullanılması gereken alan buzdolabımıza nasip olmuştu. Mutfak iki kişinin giremeyeceği, tezgâhına iki tencere bir ocaktan fazlasını koyamayacağın, balkonu hava boşluğuna bakan bir hol gibiydi.
İyi ki büyük erkek kardeşime evi satmış, küçük kardeşimi de bu sıkıştırılmış hayatın içine sokmamıştım. Yapmamıştım ama hayatımızı mahvettiğim elimizdekileri kaybetmemize sebep olduğum düşüncesi beynimi kemiriyordu.
Aklıma mukayyet olamıyor durmadan benim suçumun olduğunu düşünüyordum. Elimizde üç kuruş para, ettiğimiz zarar ve sıkış tepiş bir hayata daha önce evde hiç vakit geçirmediğim kızımla başlamıştım.
İşte ise artık daha çok kendime güveniyordum. Beni seviyorlardı. Sevmeseler bu şartları sunarlarımıydı? Kendimi ispatlamış olduğumu düşünüyordum. Burası benim için ben ise burası için vardım. Yıllardır beraber çalıştığım insanlar, bana güvendiklerini ve daima benimle çalışmak istediklerini göstermişlerdi.
Evdeki sorunları atlatabilirdik. Biraz daha zaman vardı. Belki bir ev alır,  hayata yeniden başlardık. Nasıl olsa harika bir işim, beni seven yöneticilerim vardı. Bir süre sonra kendimi toparlardım.
Kızımı, sabahları okula bırakıyor, işe yürüyordum. Yolda yarım saatlik bir dinlenmede kitap okuyor, erkenden işimin başında oluyordum.
Geçecek eve alışacağım, kardeşim okulu bitirecek yeni bir hayata başlayacak, her şey güzel olacaktı. Birde geceleri çamaşır asma, sabahları akşam yemeğini hazırlayıp kahvaltı masasını toplayıp evi düzenli bırakma telaşını bırakma derdim olmasaydı!
Günler sorunlu düşüncelerimle geçerken, bir kandil günü her şey değişti. Örtger ona fazla para teslim ettiğim için odasında, bana demediğini bırakmadı. ‘Dikkatsizsin, kendine çok güveniyorsun, bu böyle olmaz, kendine çeki düzen ver!’ diyordu. Bu paranın nereden geldiğini bilmiyor ve mesai saatim yarım saat geçmesine rağmen hala bulmaya çalışıyordum.
Hırsla odaya çağırıp elimdeki parayı aldı ve söyleyebileceği en kaba dilde benimle konuşma yaptı. Son zamanlarda zaten hareket ve davranışlarıyla beni baskıladığının farkındaydım. Ama Örtger’in ne zaman neye kızacağı veya sevineceği, kime nasıl para harcayacağı belli olmazdı. En olmadık eften püften şeylere hesap yapardı. Ama bir bakardınız gerek olmayan, niteliksiz şeylere büyük ödemeler yapar ve mutlu olurdu.
Bana davranış biçimi yıllarca böyleydi. Sinirli olduğunda herkes odasına kaçar ben ortada sadece gözlerine bakarak dinlerdim. Sonra geçerdi… Örtger işte diyordum. Bazen bütün patronların böyle olduğunu, bazen de patronluğun böyle gerekleri olduğunu düşünüyordum.
Bu son yaptığı ise; bunca yıllık çalışanı olan bana karşı çok merhametsizce ve gereksizdi.
O gün eve dönerken yolumu uzattım. Durmadan ağladım. Ne için ben bunları yapmıştım. Sevmeyen bir yöneticim için mi? Yıllarca beraber kısıtlı vakitlerde tüm istediklerini yaptığım kızım için mi? Okula giden küçük erkek kardeşim için mi? İş hayatı oturmamış eşim için mi? Sigortasını ödediğim babam için mi? Her hafta evime gelen büyük erkek kardeşim için mi? Kızımdan ayrılmak istemeyen ama yanımıza taşınmayan kayınvalidem için mi?
Eve gittim. Başımın çok ağrıdığını ve yoğun bir gün geçirdiğimi söyleyip uyudum. Ertesi gün paranın benim param olduğu, markete alışveriş almak için gidip üstünü cebime attığımı ve bunu şirket parasıyla karıştırdığımı fark ettim. Bunu Örtger’e söyledim ve parayı önüme eliyle attı.
Yüzüm gözüm şişti, başım ağrıyordu. Artık içimdeki yetersiz kadın durmadan konuşuyordu. Bu olaydan iki hafta sonra Örtger’in hal ve davranışlarından memnun olmadığım için, Gacet’a Örtger’in işe gelmediği bir gün işten ayrılmak istediğimi söyledim.
Sekiz yıl bu işte çalışmıştım ama artık yetişkin bir kadın ve iyi bir elemandım. Benim hakkımda böyle düşünüp farklı davranmak beni çok yıpratmıştı.
Dahası; olmadık her türlü davranışa katlanıyordum. Örtger’in öfke nöbetlerine dayanıyor, hastaların saçma sapan istekleri karşısında, sabırlı oluyor ama evdekilere sabırsızlanıyordum.
Madem onlar için çalışıyordum. Üç kuruşluk insanlara katlanıp neden eşime çocuğuma bunun acısını çıkartıyordum ki? Hem onlar için çalışıp neden onlara cehennem gibi bir hayat sunuyordum.
Kimsenin bana böyle davranmaya hakkı yoktu. Bitmişti. Artık klinikteki Püskül bitmişti!

7 Ocak 2019 Pazartesi

GEÇMİŞ


Yedi yıl önce, tam yedi yıl önce; her şey olduğundan daha saçma olma yolunda ilerliyordu.
Kızım ilkokula başlayacak diye hayatımız yeniden değişmişti. Yılsonu doğumlu olan ve doğacağı tarihten dört hafta önce doğan kızım için, evimizi satmış, yepyeni bir hayata başlamıştık.
Önce; hangi okula gidecek diye karar verilmesi gerekiyordu. Çalışan bir anneydim ve kızım tam gün eğitim almalıydı. Evimize en yakın, tarihi okul ikili eğitim veriyordu.
Öncelik tam gün eğitim olmalıydı. Sabahtan akşama kadar okulda kalmalı eve ya beraber eve  gelmeli ya da benden bir iki saat erken gelmesinde bir sakınca yoktu. Yemeği, dersi ben düşünmemeli rahat etmeliydik.
Öncelikli düşüncemiz, onun ilkokula mı yoksa anaokuluna mı başlayacağıydı. Bir psikoloji merkezinden randevu alarak, okul olgunluğu testinde karar kıldık. O zamanlar psikiyatri alanı bu kadar yaygın değildi. Bu testi yapabilecek bir psikolog bulduğumuzda ve uygun fiyata  olmasına çok sevinmiştik.
Bizce henüz hazır değildi. Tuvalet eğitimi konuşma biçimi ve bizim yıllarca yaşayış biçimimize göre; henüz hazır değildi.
İki  yaşından altı yaşına kadar babaannesinde kalmış düzenli aralıklarla onu alıyor ve bırakıyorduk. Psikolog yaptığı testten sonra henüz uygun olmadığına ama ilkokula başlayacaksa, üç ay gibi kısa bir süre özel bir kreşte eğitim alıp toparlayabileceğini söyledi.
Bizim böyle bir acelemiz yoktu. Daha yavaşa hayat merdivenlerini tırmanabilirdi. O dönemler de okula başlama yaşı değişmesi için Milli Eğitim çalışma yapıyordu. Tıpkı her dönem değiştiği gibi yine Milli Eğitimde köklü değişiklikler düşünülüyordu.
Okul olgunluğu testini hazır olmadığı yönünde kendi istediğimizle aldık. Sıra okulu bulup kayıt olmaya gelmişti.
Tam gün eğitim veren okulların sayısı belliydi. Azınlık olan okullara sadece çalışan anne babaların çocukları kura ile seçiliyordu. çok methedilen, tam gün eğitim veren, temizliği ve kalitesi belli olan, hakkında tüm yorumları okuduğum, işe giderken bile rahatça bırakabileceğim evimizden sadece iki km uzaktaki okula çekilişe katıldık.
Anne babanın maaş bordroları, şirket sirküleri, ikametgâh ve umutla kuraya katıldık. Olumlu olmadı. Bu işlerin biraz şans birazda torpilli şans gerektirdiğini o zamanlar bilmiyordum.
Çekilişe katılmak için çıkmasa bile yatırman gereken katılım bedeli belgesi ile hayat kumarı oynayabilmek için öncelikle bunu halletmen, kazandığında, gerekli olan beş bin Türk Lirasını yatırman gerekiyordu. Yarısı okula katkı yarısı ise yıllık yemek ve etüt bedeliydi.
Belkide babasının iş durumu hakkındaki düşüncelerim beni bu yönden zorluyordu. Cemo henüz şirketin taşeron kısmında ve inşaat aşamasındaki yaşam merkezinin inşaat bölümünde çalışıyordu.
 Ne yazık ki olmamıştı. Hemen evimize en yakın, bir zamanlar askeri rüştiye olan, muhteşem bir tarihi binaya sahip, okula gitmemiz ve bu işi halletmemiz gerekiyordu.
Sadece 250 lira kayıt bedeli ve aylık seksen lira olan aidatı yatırarak okula kayıt ettirdik. İstediğimiz anaokuluna başlamasıydı. Okul başladıktan bir süre sonra okula gidip dilekçe vermemiz ve okul olgunluğu testini eklememiş yeterli olacaktı.
Yani 2005 li olan kızım Aralık ayı doğumlu olduğu için 2005 doğumlularla değil 2006 doğumlularla okula gidecekti.
Bir sorun yoktu. Böyle olması gerekti henüz hazır değildi, değildik.
Bir yandan da evi satmaya yeni eve taşınmaya niyetlenmiştik. Büyük erkek kardeşimle anlaşmış, krediyi kapatması için onu bekliyorduk.
Artık taşınma vakti gelmişti. Evi hazırlamıştık. Taşınıyorduk. Kredi kapatılmış, kalan tutar ise tapu işlemlerinden sonra bize verilecekti.
Okul kaydı tamam, ev satıldı, yeni ev boya yapılarak hazırlanmıştı.
Bu aşamalardan çok önce kayınvalidemle konuşmuş. Çalışmaya devam edeceğimi bize yardımcı olup olamayacağı konusunda bilgi almıştım.
Anne ben çalışacağım, bana destek olabilecek misin? O benim evladım, canım, Sıladan başka bir şey gözüm görmüyor demişti.  Kızıma karşı hep bir tutku besliyordu. Kimsenin onu işe yarar görmediği yıllarda, yaşlılığının  sonbaharında kızımı kucağına almıştı. Bende, hayatımızın ne yönde ilerleyeceğini bilmediğimi, Cemo’nun henüz iş konusunda netleşmiş bir durumu olmadığını bu yüzden işten ayrılmayacağımı söylemiştim. Ayrıca işte de zam aldığımı evi satmak istemediğimi ama Cemo’nun ısrar ettiğini söylemiştim.
Evi satmayı bir yıl ertelememizi işte sıkıntı yaşarsam, işten ayrılırsam, kendi evimizin çevresinde okula gidebileceğini düşünüyordum.
Ama bu konuda Cemo çok ısrarcıydı. Ev satılacaktı. Aslında zorluk çıkarmasının nedeni benim artık çalışmamı istemiyor olmasıydı. Yeter artık çocuğumuzdan ayrı kaldığımız diyordu. Bunları resmen dile getirseydi, farklı olabilirdi. O da güven duymuyordu kendine ve benim isyankâr olacağımı düşünüyordu.
Evi eften püften ucuz bir boyacıya boyatmıştık. Ramazan ayı olduğu için adam zor çalışıyordu. Cemo ‘Yazık, n’aspın’ diyordu.’ E bizde çalışıyoruz, işimizi savsaklamıyoruz.’ Dediğimde;  ‘Bitti artık uzatma diyordu.’Adam boya yapmadığı çerçeve ve parke kalmamıştı.
Ben bu adamdan daha iyi boyardım. Ya da Cemo ile ikimiz bu işin altından kalkabilirdik ama Cemo yoğun ve stresli bir dönemdeydi bende ramazan ayı olması sebebiyle birde eski evimizdeki eşyaları toplama derdiyle boş vermiştim. Ama karşılaştığım manzara bir boya ustasından ziyade kızımın sanki evi boyadığı görüntüsü veriyordu.
Bir akşam üstten bir temizlik yaptık ertesi sabah Pazar sabahıydı, çünkü işten izin alamamıştım. Taşındık.
O yorgunlukla ertesi günü işe gitmek zorunda olmak çok sıkıcıydı.
 Yepyeni bir hayata başlıyorduk. Şimdi kayınvalidemle kapı komşusu olacak, kızım evden yalnızca yüz metre ilerideki okulun ek binasında anaokuluna başlayacaktı. Büyük erkek kardeşim evi almış, küçük erkek kardeşim yaz tatili için köydeydi. Artık bıraktığım eşyalarımla onlar yaşayacak, küçük kardeşimin düzeni bozulmamış, büyük erkek kardeşimde bir ev sahibi olmuştu.
Zaten başım sıkışsa büyük erkek kardeşim vardı. N’olurdu ki? Bana bir şey olmasına dayanamazdı bence? Ölecek miydik yani her şey bitecekti? kardeştik ve kötü günlerimizde hep beraberdik. Her zaman onlar için elimden geleni yapmıştım.
Her şeyin başladığı o okul dönemi başladı, işten bir hafta alıştırma süresi için izin aldım. Kızımın bu süreçte yanında olmak istiyordum. O yıl yıllık iznimi böyle kullanmaya karar verdim. Aralıklarla, ihtiyaç olduğunda…

5 Ocak 2019 Cumartesi

BALO


Bu yazıya nereden başlayacağımı bilemiyorum. Her şey kâbustu. Bir bebeğim olmuştu. Artık istediğim gibi evdeydim ama her şey kabusgibi gidiyordu. Okuldaki sorunlar devam ediyordu. Bir süre okuldan alması için babaannesi gitti.
Sonraları Selimi bırakıp gitmeye başladım. Ama okul önü faiz lobisi gibiydi. Kim kime selam vermiş? Kime ne söylemiş? Kim kaç not almış? Kim kimin kalemini kırmış? Kim öğretmene hediye getirmiş? Kimin annesi kiminle kavga etmiş? Akşama ne yesek, kimde otursak kimde kahve içsek?
Benim kimseyi gözüm görmüyordu. Aklım selim’in bu yaşananlardan nasıl etkileneceği konusundaydı. Acaba nörolojik bir sorun olur muydu? Belki ben bir hata yapıyordum. Zaten ona iyi bakamıyordum. ruhnhalim Hiçbir şeyi kaldıracak durumda değildi. Kimsenin derdine derman olacak, basit, eften püften meselelere kafa yoracak halde değildim.
Herkes okul balosuna hazırlanıyordu. Sürekli ne giyileceği neler yapılacağı konuşuyor, insanların tek derdi çocuklarının kiminle dans edeceği, ne giyeceğiydi.
Ben ise bu olayı saçma buluyordum. Madem çocuklar mezun oluyordu pekâlâ kendi aralarında bir parti düzenleyebilirlerdi ama işte günümüzde annelik ne kadar çocuğunla vakit geçirdiğin, ne giydirdiğin, ne aldığındı!
Kızım sürekli gelinlik giymek istediğinden bahsediyordu. Okulda dans için öğretmen eşleştirme yapmış veliler memnun kalmamıştı. Sanki at ile deve! Benim kız ise özgüveni yerindeydi, hangi arkadaşı ile dans etmek istediğini açıkça söylemiş ve bu yüzden öğretmen; onun istediği arkadaşlarıyla dans etmesine izin vermişti.
Boyu yaşıtlarına göre kısa olduğundan, topuklu ayakkabı derdindeydi. Ona gelinlik almayacağımızı onun bir çocuk olduğunu, istediği kıyafeti alacağımı ama gelinlik almayacağımı söyledim. Ne yaptı etti beni gelinlik almaya ikna etti. Ama mağaza girdiğimizde kararını değiştirip, fuşya lazer kesim mini bir elbisede karar kıldı.
Bu sürece gelene kadar kucağımda henüz kırk günlük bir bebek slinginde uyuyor ben ise mağaza mağaza dolaşıyordum.
Halsiz ve bitkindim. Enerjisine yetişemiyordum. Her yetişemediğimde öfke patlamaları yaşıyor ve onu babaannesine gönderiyordum. Uyuyordum. Tabi o da oraya gidip önüne koyulan yemekleri yiyip televizyon seyrediyordu.
Balo; Selim’in doğması gereken tarihten bir hafta sonraydı. Yani ben yeni doğan bir bebekle oraya gidecektim. Düşüncelerim hiç susmuyordu. Ya yine aynı şeyleri yaşarsak? N’apardım? Süt sağıp bıraksam olmazdı. Ben yokken bir şey olsa ben ne yapardım?
Öyle böyle derken gitmem kesinleşti ben hala orada kronik olarak iki aylık ama henüz yeni doğan bir bebekle ne yapacağımı düşünüyordum.
Beğendiği fuşya elbiseyi aldık. Taşlı sindirella topuklularını hazırladık. Onu kuaföre bıraktım. Hemen eve döndüm. O istediği muhteşem topuzu yaptırmış, saçlarına simler döktürmüş, prenses tacını da tam üstüne koydurmuş beni bekliyordu.
Bence o günün, en güzel anı; kapının önünde, upuzun saçları, yanlara attığı kakülleri, mavi etekli üstü gipürlü elbisesiyle evin merdiveninde fotoğrafını çektiğim andı.
Ama o kadın gibi yani büyük bir kadın gibi olmayı tercih etmişti.
Ben ise önce hazırlamam gereken bir bebeğin telaşıyla acele ediyordum. Selimi ablasının hiç kullanmadığımız pusetinin içine yerleştirdim. Uyuyordu. Yedek eşyalarını aldım. Elimde puset, önümde topuklu ayakkabı ile yürüyen kızımla taksi bulana kadar yürüdüm.
Balo deniz kenarında öğretmen evindeydi. Yolda hala Selime bir şey olursa diye kaygılanıyordum. Geldiğimizde; şıkır şıkır giyinmiş, kuaförlerde zaman geçirdikleri herhalllerinden belli olan hemcinslerim en şık kıyafetlerini giymiş masalara oturmuştu.Çocuklarda masalardan yer kapma heyecanıyla balo gelinliklerinin kırışmalarına aldırmadan oturuyorlardı.
Mavi kotum, siyah tişörtüm ve şiş gözlerim görünmesin diye taktığım gözlüklerim, kolumda zor taşıdığım bebeğimle, ayrılmış olan yerime oturmak için  hızlı adımlar atıyordum.
Yerimiz; cam kenarıydı, masaya puseti koydum. Selim uyuyordu. bir an kızımın hızlıca masaya koştuğunu ve onu kontrol etmediğimi fark ettim.
Kızıma yer ayrılmamıştı. Sınıftan birinin ablası da balo da ve gelinliğiyle  gelip yer kapmış sayısınca hazırlanan sandalyelerden kalmamıştı. Bir sandalye bulunup getirilirken biz göz göze geldik. Gözlerimi kaçırdım.
Kendisi halletti diye düşündüm. Çok sonraları aslında ne kadar dışlanan bir çocuk olduğunu anladım. Ve bunu veliler umursamıyordu. Çünkü birçoğu benden de hoşlanmıyordu.
Bu hislerimiz karşılıklıydı. Ama ben kafamdaki düşüncelerden bir sıyrılsam konuşabilecektim de işte o düşünceler beni bırakmıyordu. Bence matematikten önce çocuklara insan olmayı öğretmek gerekiyordu.
Kızım arkadaşının kalemini kendi kalemi sanıp, arkadaşının kalemini aldığını düşündüğünde ve bu bütün sınıfta bir yanlış anlamayla ortaya çıktığında ona iyice anlatmış arkadaşından özür diletmiş ve o çocuğun bu durumdan etkilenmemesi için elimden geleni yapmıştım.
Bir gece yarısı yazı yazmak için kalemini alan bendim!
Ama işte insanlar, akademik başarının mutluluk getireceğine inanıyorlar. Buna eğitmenleri de dâhil etmek gerekiyor. Çünkü başarılı çocuğun yanlışlarını, haksızlıklarını görmezden gelerek hayata bir acımasız patron, lider vs yetiştiriyorlar.
Kimse bunun farkında değil. Çocuğu TV karşısında oturup Acun programlarını izlerken etkilendiğini düşünmeyen ebeveynler, Aziz Nesin kitaplarından korkuyorlar.
Bunları da gördük. Saftrik kitaplarının çocuğu üzerinde psikolojik ve ahlaki çöküntü yaşadığını düşünen bir ebeveyn sınıfa getirip örnek olunmaması gerektiğini söylerken. Sınıfa getiren kişinin anası olarak en arka sıralarda ben sessizce dinliyordum. 
Tıpkı neredeyse her gün beslenmesine bir tane daha eklettirdiği, çok sevdiği arkadaşının annesi; ‘Bu sınıfta Sıladan başka insan yok mu? Ben onunla arkadaş olmasını istemiyorum.’ dediği gün yaptığım gibi sessizce oturuyordum.
 Alma beğenmiyorsan alma! Okumuyorsan alma!

Yok ! Ne isterdiniz ? Sizin kızınız ne istiyordu? neden bu kadar yakın olmalarından korkuyorsunuz?

İşte bunu o zaman söyleyemiyorsun. Hemcinslerim arasında öyle bir hiyerarşi var ki; bunu anlamak mümkün değil. Birinin empoze ettiği bir düşünceyi,  anlattığı bir olayı; nasıl yorumlamadan sende düşünebilirsin? Bir şeye nasıl körü körüne inanabilirsin. Başka bir mümküniyete inanmak bu kadar zor olabilir mi?
Şıklıklarıyla yarışan, hemcinslerim ortada erik dalı oynarlarken, ben kenarda acıların çocuğu edasıyla emzirecek yer arıyordum.
O anda arkadaşım yanıma gelip bana bir sandalye ayarlayıp kapalı salonda üstümüzü örtmese basıp gitmeyi planlıyordum.
Neyse ki Gonca bunu da hatırlamaz!
Bu okul bitene kadar, zor günler beni bekliyordu.
Deneyimli bir ev hanımı değildim. Dahası, çok fazla sorguluyor ve düşünüyordum.

4 Ocak 2019 Cuma

DELİ GERÇEK


Hayatımızdaki belirsizlikleri düşünüyor, endişelerimle boğuşuyordum. Kafam doluydu. Sürekli bu evde ne kadar oturacağımızı, ev alıp alamayacağımızı, Selim’in gelişiminde bir sorun olup olmayacağını düşünüyordum.
Bir zamanlar ortaokulda okuyan, Hasan Ustanın tanıdığı kocam artık bir şirkette teknik eleman olmuş ve üniversite okuyordu. Her hafta çıraklık eğitim merkezine; gri pantolonu beyaz gömleği ve mavi ceketini giydikten sonra bir türlü doğru düzgün bağlayamadığımız kravatını cebine koyuyor okula gidiyordu. Artık; ustalık kalfalık ve mesleğiyle ilgili tüm eğitimleri almış ve kurumsal bir şirkette çalışıyordu.
Ama ben bir türlü okumayı becerememiştim. Mesleğimle ilgili olmayan muhasebeyi bitirmiş, üstüne sağlık kurumları işletmeciliğini okumuş ve lisans tamamlama yapıyordum. Ama örgün ve özel bir üniversitede kazandığım röntgen teknisyenliğine gitmemiştim. Tıpkı şimdi gibi gelecek kaygısı ile okula son anda kaydımı yaptırmaktan vazgeçmiştim.
Evimde olmayı, çocuk doğurmayı, yemek yapmayı, örgü örmeyi, dikiş dikmeyi, kitap okumayı seçmiştim.
Seçmiştim ama bunların hiçbirini yapmıyordum. Halsizliğim ve düşüncelerim beni durmadan bir boşlukta bırakıyordu. Yazmaktan nefret ediyor. İki satır yazınca saçmaladığımı düşünüyordum.
Motive olmak için Cemo’nun hediye ettiği kalem ile turuncu çizgisiz defterime sürekli saçmalıklarımı dolduruyordum.
Gelen gidenler oluyor. Ve sürekli kendi mükemmel anneliklerinde bahsediyorlardı. Bir gün bir hemcinsim süper anneliğinden bahsederken, ‘ Görmeden inanmam’ dedim. Ortam buz gibi soğudu. Herkes birbirine bakıyordu. Yine aynı bahisler açıldığında ‘Hülyanın gözleri de ne güzel mavi değilmi?’ demiştim.(Hülya kimdi yav ? Bakışmalar) Artık insanların saçmaladıklarını düşünmelerini istiyordum. Onlar benim delirdiğimi düşündüler.
Mesele bu değildi. Madem siz bebek ziyaretine gidiyordunuz ve karşınızda zor bir dönemden geçmiş anne vardı daha süper bir anne olduğunuz iddia etmeyecektiniz.
Bu ne ya?
 Doğumun zorluğu yoktur. Tüm anneler aynı acıyı çekmiştir. Tüm annelerin endişeleri kaygıları aynıdır. Yalnızca bunları dile getirmezler. En güçlüsü onlar olmak zorundaymış gibi sanki bu normalmiş gibi anlatırlar.
Öyle değil işte!
Teorikte her şey görünür, onlarca kişisel gelişim kitabı okursun da annelik pratiğine geldiğinde o iş öyle olmuyor. Çok kesin konuşmuş olmayayım. Benimki öyle değildi.
Siz burada her şeyin en mutlu en güzel dakikalarını beklide saniyelerini görüyorsunuz ama işin gerçeği o an olmuyor.
Mutlu bir aile fotoğrafının arkasında mutfaktaki dağınıklığı düşünen, bu gece bebeğim uyusa da bende uyusam diyen, bir anne, tv karşısında göbeğini kaşıyarak yatan bir baba,derslerini yapmamak için bin dereden su getiren , tv ve tablet başından kalkmayan çocuklar olabiliyor. Yani benim oluyordu.
Evde televizyon yoktu. Memlekete annemlere götürmüştük. Amacım beraber daha çok vakit geçirebilmekti. Tabi kayınvalidem eski tüplü televizyonunu bizim evin kapısına koyup bir televizyonsuz evin olmayacağını dikta edene kadar.
Bizimkilerde bayram ettiler. Evde tüplü televizyon sevinci yaşayıp anten bağlayan kocam, damlayan musluğu değiştirmiyordu.
İtiraf edeyim o antenin kablosunu aralardan kırmaya çalıştım. En sonunda Cemo kabloyu camdan çıkarttı. O dolabın üstüne nasıl geldiğine ve bu denli kestiğine inanamıyordu. Çözüm vardı arkasındaki giriş soketini bozuyordum. Taaa ki sabitleyene kadar.
Bunlar evliliğimizde yaptığım en masum entrikalardı. Ama tabi o tüplü televizyondan eve dev ekran bir plazma alana kadar vazgeçmediler. Uğraşsam onu da hallederimde, uğraşmadım. Çünkü televizyon olayına eskisi kadar sert bakmıyorum. Eğer televizyon izlemeyen bir eşim olursa ben bu yazıları nasıl yazacağım? Seyret kocacım ama lütfen A haber ve A2 den uzak dur. Bence A’ların tümünden uzak dur!
Televizyon seyretmesinler çocuğa telefon tablet yaklaştırmasınlar. Mümkünse uzak dursunlar diyordum kendime… Ellerinizi yıkayın, duşa girin, mutfağı toplayın, bulaşık makinesini iki oda öteden boşaltın, yastıkları dağıtmayın, kitapları kurcalamayın, bacak bacak üstüne atıp göbeğiniz kaşımayın. Ses çıkartmayın, bağırmayın, müzik aleti yasak, şarkı söylemek yasak!
Tam bir Püskül diktatörlüğü!
Bazen Cemo  ‘ Biliyor musun? iki yaşına geldiğinde çok farklı düşünecekmişsin.’ diyordu. Bu davranışlarım ve ruh halim hakkında demek ki araştırma yapmıştı.
Ya da bana; en fazla iki yıl daha  bu yeni Püskül’e katlanabilirim demek istiyordu. Bu daha büyük ihtimal çünkü bir şeyi söylemek istediğim zaman asla ima yoluna başvurmazdım. Hayatım boyunca net olmayı seçmiştim. İma ve kinaye benim için saçma sapan bir şeydi. Net insanlar her zaman kazanırlar. O an kaybetmiş olduklarını zannetseler bile günün birinde kazanırlar. Aklıma geldi artık imayı da kaldırayım bu evden. Kapının üstüne; ‘Ne söylemek istiyorsan söyle, uzatma!’ Yazmalı.
Evdeki bu durum okula da, işe de yansıyordu. Evliliğimizde çok daha zor günler geçirmiş olmamıza rağmen, Selim doğduktan sonra resmen ikimizde saçları beyazlamıştı. Kızımda  ilkokulu bitirmek üzereydi.

2 Ocak 2019 Çarşamba

ÖFKE


Evdeydik. Büyük bir olay daha atlatmıştık. Annem yanımdaydı. Bebeğim benimleydi. Artık kontroller daha uzun aralıklarla yapılıyordu. Prematüre takibine girmiştik. Her takibe gittiğimizde tüm başımızdan geçenleri detaylıca ve hızlıca anlatma gereği duyuyordum.
Öfke nöbetlerim ise durmadan çoğalıyordu. Evdekilere sürekli bağırıyordum. İçimdeki yetersiz anne duygusunu bağırarak kapatmaya çalışıyordum. Sabahları kıvrıldığım çekyattan kalkmıyordum.
Cemo kızımla ilgileniyordu. Sabahları evden beraber çıkıyorlardı. Onlar gittikten sonra derin pişmanlık hissimle birlikte uyuyor görünüyordum. Annem yanımdaydı ama olması beni rahatlatmıyordu.
Bebeğe bir isim vermemiz gerekiyordu. Ben doğmadan hazırlamıştım. İki dedemin adı olacaktı Mehmet Selim. Kızım Çanakkaleye olan özlemimin adıydı. Sıla… Gurbet ve Hasretten sonra, Cemo’ nun Nazlı ismini olmasını isteği kızım ben ikisi de olabilir dememe rağmen Sıla ismini koymuştuk. Pekâlâ, Nazlı Sıla olabilirdi. Ama Cemo iki ismin saçmalığına inanıyordu. İnatçıydı, tıpkı benim gibi…
Bu bebeğimde ismi,iki isim olmalıydı Mehmet ve Selim.mehmet dedem gibi çalışkan, selim dedm gibi sakin ve sevecen bir erkek olmalıydı.Cemo daha on yaşında kaybettiği babasının ismini isteseydi hiçbir şey söylemeyecektim. Ama evde gelsin Barbaroslar, gitsin Yiğithanlar olunca bende her şekilde olmaz diyordum. Bir gün ; ‘ Allah aşkına Cemo, şu çocuğa baksana hiç Barbaros’a, Barlas’a, Kağan’a, Yiğithan’a, Kayra’ya benziyor mu?’ dedim. Kızdı. Yine alt dudağını içine çekerek ısırdı, sustu.
Benzemiyordu gerçekten bu çocuk daha tulumuna bile sığmıyordu. Elleri ayakları morluk içerisindeydi. Yıkamamaya bile kıyamıyorduk.
Benim dediğim oldu.
 Biricik Hatice teyzemin eşi rahmetli Edip amcayı çağırıp kulağına Mehmet Selim dedirttim. Ertesi gün; Cemo nüfusa gidip sadece Selim yazdırdığı nüfus cüzdanının fotoğrafını bana gönderdi. Sakin kalmaya çalıştım. Gerçi sakin olmasam ne olacaktı olan olmuştu bir kere…
Artık evliyaların dolu olduğu bu semtte biz evliyaların üstüne mi mıçıyorduk bilmediğimiz, şendullar apartmanının son katındaki, bir odası Sibirya iken diğer odası güney kutbu olan evimizde ismi olan bebeğimizle yaşamaya başlamıştık.
Henüz toparlanmamıştım ama Selim iyiye gidiyordu. bir gün bir arkadaş geldi. O gün içimden bir şey yapmak geçmiyordu. Zaten son zamanlarda mutfağa bir görevmiş gibi giriyor. Yemeği hazırladıktan sonra güney kutbunda olan odamda çekyat dibinde bebeğimi emzirip kafamı yastığa koyuyordum.
Oturduk, çay ve birkaç bir şey getirdim. Oğluyla gelmişti. Benim oğlum bir şey yemez diyerek oturmuştu zaten. Çay için bir türlü süzgeç bulamadım. Çayı öylece üstünde yüzer çaylarıyla önüne koydum.
İçmedi, tabağına elini sürmedi. Oturdu ve kendini anlatmaya başladı, mükemmel anneliği, mükemmel hayatı ve sorunlarından bahsetti. Kimse benim nasıl olduğumu sormuyordu. Kimse beni dinlemiyordu. Herkesin kendince sorunu vardı. Zehir miydi o çay beğenmediyse tekrar koyardım ya da ilişkimiz bir çay demi kadar mıydı? Kahve de içebilirdi.
Gittikten sonra; şok olmuştum. Bu dünya ne dünyasıydı. İnsanlar benden ne bekliyorlardı? Bu muydu yani, iyi çay demleyen, muhteşem tabaklar sunan arkadaşlıklar mı beni bekliyordu. Pijamaları çıkarmalı, üstüme güzel gecelikler giymeli kucağımda mutluluk pozlarıyla evimde misafir mi beklemeliydim.
Bu muydu?
İnsanlar sadece kendilerini tatmin etmek istiyorlardı. Püskül doğurdu, gittik yedik içtik bitti. Aaa bebeğine bak ne giydirmiş? Üstündekini gördün mü şahane, nereden aldı kim bilir?
Kadına bak ya takmış takıştırmış. Offf gördün mü o tabağı ben de görmüştüm, çok pahalıydı. Bu muydu yani? Benim çevrem bu muydu?
Gelmiştik, kadın cumhuriyetine…
Ellerimdeki morluklar geçmemişti, kafamdaki karmaşıklık gitmemişti, evdeki öfkelerim yeni başlamıştı. Ama ben bunlarımı düşünecektim. Çocuğuma hangi tulumu giysin ben ne giyeyim, ay bir toplansak da okusak üflesek ardından şükür yerine, yediğimizi içtiğimiz konuşsak!
 Öfke nöbetleri bunları düşündükçe artmıştı. Benim istediğim bu değildi. Zaten bunları yapacak gücümde, halimde yoktu.
Bir gün kızım okuldan gelmiş annemle dışarı çıkmıştı. Geldiklerinde annem Selime mavi puantiyeli battaniye ve bir zıbın almıştı. Kızım seçmişti bunları… İçimden anneannesine masraf yaptı diye kızıyordum. Anne ne gerek var her şeyi var çocuğun masraf edip durma dedim. Kızım kardeşine yaşışacağını söylüyor denemek istiyordu. Çemkirdim.
Kızıma ayakkabı almamız için dışarı çıkmamız gerekiyordu.annem gidin bebek uyuyor dedi. Benim ise hem dışarı çıkmaya ihtiyacım vardı hemde halsizdim. İstemeyerek gittim. Gittik baktık. Kızım durmadan oradan oraya gitmek istiyor durmadan bir şeyler almak istiyordu. Gittik ama hiçbir şey almadan döndük.
O gün tüm öfkemi kızıma boşalttım. Babaannesine gönderdim. Bağırdım çağırdım ortada hiçbir şey yokken ortalığı yıktım. Tek derdim senin ayakkabın mı? Görmüyor musun, nelerle uğraşıyorum?Biraz daha anlayışlı ol yeter artık diye bağırıyordum.
Günlerdir içimde kopan fırtınalar, hiç dinmemişti. Neden işten ayrıldım neden doğurdum, Cemo neden yemek seçiyor, bu ev neden böyle, bebeğime neden bakamıyorum, bu kız neden sürekli bir şeyler istiyor, neden benim ebeveynim gibi davranıyor, neden annem güçsüz neden Cemo sürekli yorgun, neden ben beceriksizim, neden bunlara sebep oldum neden neden neden?
Annem gitti. Artık toparladığımı düşünüyordu. Öfke nöbetleri geçirdiğime göre kendime gelmiştim. Aslında köyde çok iş, yatalak babaannem ve babamın yine milyarder olma umuduyla ekip gittiği bir tarla barbunya vardı.
Sabahları zar zor kalkmaya devam ediyordum. Kızım 4. Sınıfa gidiyordu. Ve yıl sonu balosuna çok az bir zaman kalmıştı.