İLK OKUL -2
Ne için okula gönderiyoruz çocukları? Bu çocuklar ne için
sabahın köründe uyanıp, kahvaltı bile etmeden, gözleri bile aymadan okula
gidiyorlar?
İzahı zor bir soruyla başladım. kaşığı tutmayı, saçını
taramayı bardaktan su içmeyi, tuvaletini yaptıktan sonra yada yapmadan önce
yapması gerekenleri biz öğretiyoruz. Okula ise kalem tutmayı öğrensinler,
okusunlar yazsınlar işte! Öğretmen, doktor, mühendis olsunlar, para kazansınlar,
rahat bir yaşamları olsun diye gönderiyoruz.
Peki, bu gerçek mi? Gerçekten ne bekliyoruz okuldan ve
öğretmenden?
Onları akademik olarak eğitsinler, bu sistemde parmakla
gösterilecek birey olsunlar. Bol bol test çözsünler, herkesten üstün olsunlar,
herkes onlara gıpta etsin diye…
Ve sistem niye böyle? Kiminin çocuğu tam gün eğitim alabilen
devlet okullarında ya da özel okulda okuyabilirken, kimilerinin çocuğu ikili ve
sıkıştırılmış eğitim almak zorunda? Neden çocuklarımıza daha hayatının en
başında eşit olmayan bir eğitim hayatını sunuyoruz?
Devlet politikaları, yaşam koşulları, büyük şehirlerin
kalabalığı, yetersizlik bir sürü bahane bulablirsiniz….
İste tüm bu soruları o zaman düşünmeye başladım. O zamana kadar sağlık alanındaki eşitsizliği
görüyor, insanların sistem içinde nasıl boğulduklarına şahit oluyordum. “Başına
gelmeden bilemiyor insan!“ sözü tamda burada geçiyor.
Aynı eşekten düşen farklı düşünen insan tipi de diyebiliriz.
3. Atom tanışma toplantısı düzenlediğinde; henüz tanımadığı
otuz iki öğrencinin en az yirmi velisiyle karşı karşıyaydı. Veliler öğretmen
değişikliği karşısında tuttukları yastan çıkmışlardı. Bundan sonra daha iyi
olacağına inanan bende oradaydım.
Tüm veliler çocukları hakkında bilgi almaya çalışıyordu. Öğretmen
daha yeni olduğunu söylemeye çalışsa da, herkes çocuğunun eksiklerini söylüyor
ekliyordu. Montunu giysin, zorlayın yemeğini yesin, paltosunu, kitabını
unutmasın, lütfen masraf olmasın derdindeydiler.
Ben ise; sınıfa bir kütüphane kuralım. Herkes birer tane
kitap alsın, dönüşümlü okusunlar ikinci dönem almayı yineleyelim, sıraları
monteserro eğitimine göre düzenleyelim, perdeleri sürekli yıkayalım, sınıf
anası olarak gönüllü biri olsun, derdindeydim.
O gün toplantıya çok konuşan ana olarak geçtim. Ne olduğu
değil, onlar içini nasıl olduğu önemliydi.
3. Atom sınıf anası seçmek istemiyordu. İdare ederiz ve
eksiklerimizi de kendi aramızda hallederiz diyordu. Ama hepimiz sınıf anası
olması taraftarıydık. Ben eski sınıf anasının devam etmesi yönünde bir fikir
sundum.
Üç yardımcı ekleyip eski sınıf anasında karar kıldı. 3. Atom.
Aslında yapmak istediği tüm anneleri becerilerine göre kullanmak ve bunu
zamanla tanıyarak yapacaktı. Kimseye bağlı kalmak istemiyordu. Veya başına
gelebilecek olayları seziyordu. Çünkü deneyimli bir öğretmendi.
Böyle bir sosyo kültürel bir çevrede öğretmenlik yapmamıştı
ama sanırım az çok anlayabiliyordu. Bende; sınıf analığının aslında kadınlarda
ezici bir güç olarak görüleceğini, kendini 2. Öğretmen sanacağını, tatmin
olmadığı var olmak düşüncesini doyurmak için uğraşacağını hiç düşünmemiştim.
Zamanla insanların yan yana yürümekten değil üstüne basarak
merdivenleri çıktığına gözlerimle şahit oldum.
Benim içinde öyleydi. Çocuğumun akademik başarısını
önemsiyordum ama öncelikli sorunumuz birbirimize alışmamız ve benim
yorgunluğumu görmezden gelerek sabırlı olmam gerekiyordu.
İş hayatımdaki stres, yaşam biçimi kendine ait olan ve tüm
zıtlıklarımla beraber yaşadığım bir eşim, ne yaparsam yapayım bir türlü
yaranamadığım bir kayınvalidem vardı.
Tv karşısında birisi uzanırken diğeri çocuğa ders yaptırmaya
uğraşıyorsa orada bir cazgırlık mutlaka oluyordu.
Zaten ben eve gelmeden bir saat önce evde olan kızım babaannesiyle
okuldan çıkıp, istediği , kalem silgiyi aldırmış,tv karşısında dersini
yapıyordu.
Kapıyı açıp manzarayı görünce hemen öfkeleniyordum. Bu böyle
devam etti. Önce yazmaya sonra yazdıklarını okumaya başladı. Aktif bir çocuktu,
bazen boyundan büyük laflar eder, bana annemmiş gibi davranırdı. Aslında benim
yaptığımı bana taklit ederdi. Ben ona karşı öyle davranıyordum.
Bitmek bilmeyen bir merakım vardı. Akşamları işlerimi
bitirdikten sonra, hemen o gün gördüğüm, beğendiğim ya da öğrendiğim şeyleri
yapmaya çalışırdım.
Kızımda merakını benden almıştı. O da ben gibi inatçı,
meraklı ama çalışkan değildi. Çünkü her seferinde sen bilmezsin denilerek
büyümüştü. Babaannesi çorabını giydirmiş, tuvalette temizliğinde yardımcı
olmuş, saçını taramış, kıyafetlerini eline vermiş, gerekirse giydirmişti.
Aslında ne kadar sevgi dolu görünse de bu tembelleştirici
bir davranış biçimiydi. Bana geldiğinde ise hayatının sorumluluğu ondaydı. Defterini
toplaması, yatağınız düzeltmesi, saçını taraması,kitabını okuması ve dersini
yapması kendi sorumluluğundaydı.
Buna ne kadar teşvik edersem edeyim aslında teşvik kısmı
bence doğru değildi. Çünkü ben sert ve katı kurallar koyarak bunu yapmaya
zorluyor yapmadığında ise çemkiriyordum.
Doğru değildi. Fazlasıyla anaç bir kadının elinde büyüyen
biri için bende fazlasıyla sert bir patron edasıyla davranıyordum.
İnsanları seven, arkadaşlık kurmaya çalışan ve topluma ilk
kez katılan kızım için hayatı zorlaştırıyordum. Hem okulda yaşadıklarıyla hem de
benimle baş etmek zorunda kalıyordu.
O zamanlar kendini kabul ettirmek için hediye vermeye
çalıştığını düşünüyordum. Sürekli bir arkadaşına hediye götürmek bir şeyler
vermek istiyordu. Onu hediyesini kendi eliyle yapmaya zorluyordum. Ama
babaannesi her okul çıkışında yaptığı gibi yine istediğini alıyor, okula giderken
de ona para veriyordu.
Benim hazırladığım beslenmeler atılıyor, yerine köşedeki
fırından poğaça alınıyordu. Bir gün öğretmenine hediye götürmek istediğini
söyledi. Bende bunun iyi bir fikir olduğunu ve ona çok sevdiğim kitabı alıp
hediye edebileceğini söyledim.
O dönem MOMO yu okumuş hayatı gerçekten sorgulamaya başlamıştım.
Herkese MOMO alıyor ve hediye ediyordum. Gittik ve kitabı aldık. İçine yazı
yazdım ve okula gönderdim.
Öğretmeni mutlu olmuştu ve kızımın tahtaya ilk yazdığı
cümle“ Annem öğretmenime kitap aldı.“ oldu.
Öğretmenin gözünde kitap hediye eden, velilerin gözünde ise
geveze bir kadın olarak tarihe geçtim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder