16 Ocak 2019 Çarşamba

İLK OKUL -2


Ne için okula gönderiyoruz çocukları? Bu çocuklar ne için sabahın köründe uyanıp, kahvaltı bile etmeden, gözleri bile aymadan okula gidiyorlar?
İzahı zor bir soruyla başladım. kaşığı tutmayı, saçını taramayı bardaktan su içmeyi, tuvaletini yaptıktan sonra yada yapmadan önce yapması gerekenleri biz öğretiyoruz. Okula ise kalem tutmayı öğrensinler, okusunlar yazsınlar işte! Öğretmen,  doktor, mühendis olsunlar, para kazansınlar, rahat bir yaşamları olsun diye gönderiyoruz.
Peki, bu gerçek mi? Gerçekten ne bekliyoruz okuldan ve öğretmenden?
Onları akademik olarak eğitsinler, bu sistemde parmakla gösterilecek birey olsunlar. Bol bol test çözsünler, herkesten üstün olsunlar, herkes onlara gıpta etsin diye…
Ve sistem niye böyle? Kiminin çocuğu tam gün eğitim alabilen devlet okullarında ya da özel okulda okuyabilirken, kimilerinin çocuğu ikili ve sıkıştırılmış eğitim almak zorunda? Neden çocuklarımıza daha hayatının en başında eşit olmayan bir eğitim hayatını sunuyoruz?
Devlet politikaları, yaşam koşulları, büyük şehirlerin kalabalığı, yetersizlik bir sürü bahane bulablirsiniz….
İste tüm bu soruları o zaman düşünmeye başladım.  O zamana kadar sağlık alanındaki eşitsizliği görüyor, insanların sistem içinde nasıl boğulduklarına şahit oluyordum. “Başına gelmeden bilemiyor insan!“ sözü tamda burada geçiyor.
Aynı eşekten düşen farklı düşünen insan tipi de diyebiliriz.
3. Atom tanışma toplantısı düzenlediğinde; henüz tanımadığı otuz iki öğrencinin en az yirmi velisiyle karşı karşıyaydı. Veliler öğretmen değişikliği karşısında tuttukları yastan çıkmışlardı. Bundan sonra daha iyi olacağına inanan bende oradaydım.
Tüm veliler çocukları hakkında bilgi almaya çalışıyordu. Öğretmen daha yeni olduğunu söylemeye çalışsa da, herkes çocuğunun eksiklerini söylüyor ekliyordu. Montunu giysin, zorlayın yemeğini yesin, paltosunu, kitabını unutmasın, lütfen masraf olmasın derdindeydiler.
Ben ise; sınıfa bir kütüphane kuralım. Herkes birer tane kitap alsın, dönüşümlü okusunlar ikinci dönem almayı yineleyelim, sıraları monteserro eğitimine göre düzenleyelim, perdeleri sürekli yıkayalım, sınıf anası olarak gönüllü biri olsun, derdindeydim.
O gün toplantıya çok konuşan ana olarak geçtim. Ne olduğu değil, onlar içini nasıl olduğu önemliydi.
3. Atom sınıf anası seçmek istemiyordu. İdare ederiz ve eksiklerimizi de kendi aramızda hallederiz diyordu. Ama hepimiz sınıf anası olması taraftarıydık. Ben eski sınıf anasının devam etmesi yönünde bir fikir sundum.
Üç yardımcı ekleyip eski sınıf anasında karar kıldı. 3. Atom. Aslında yapmak istediği tüm anneleri becerilerine göre kullanmak ve bunu zamanla tanıyarak yapacaktı. Kimseye bağlı kalmak istemiyordu. Veya başına gelebilecek olayları seziyordu. Çünkü deneyimli bir öğretmendi.
Böyle bir sosyo kültürel bir çevrede öğretmenlik yapmamıştı ama sanırım az çok anlayabiliyordu. Bende; sınıf analığının aslında kadınlarda ezici bir güç olarak görüleceğini, kendini 2. Öğretmen sanacağını, tatmin olmadığı var olmak düşüncesini doyurmak için uğraşacağını hiç düşünmemiştim.
Zamanla insanların yan yana yürümekten değil üstüne basarak merdivenleri çıktığına gözlerimle şahit oldum.
Benim içinde öyleydi. Çocuğumun akademik başarısını önemsiyordum ama öncelikli sorunumuz birbirimize alışmamız ve benim yorgunluğumu görmezden gelerek sabırlı olmam gerekiyordu.
İş hayatımdaki stres, yaşam biçimi kendine ait olan ve tüm zıtlıklarımla beraber yaşadığım bir eşim, ne yaparsam yapayım bir türlü yaranamadığım bir kayınvalidem vardı.
Tv karşısında birisi uzanırken diğeri çocuğa ders yaptırmaya uğraşıyorsa orada bir cazgırlık mutlaka oluyordu.
Zaten ben eve gelmeden bir saat önce evde olan kızım babaannesiyle okuldan çıkıp, istediği , kalem silgiyi aldırmış,tv karşısında dersini yapıyordu.
Kapıyı açıp manzarayı görünce hemen öfkeleniyordum. Bu böyle devam etti. Önce yazmaya sonra yazdıklarını okumaya başladı. Aktif bir çocuktu, bazen boyundan büyük laflar eder, bana annemmiş gibi davranırdı. Aslında benim yaptığımı bana taklit ederdi. Ben ona karşı öyle davranıyordum.
Bitmek bilmeyen bir merakım vardı. Akşamları işlerimi bitirdikten sonra, hemen o gün gördüğüm, beğendiğim ya da öğrendiğim şeyleri yapmaya çalışırdım.
Kızımda merakını benden almıştı. O da ben gibi inatçı, meraklı ama çalışkan değildi. Çünkü her seferinde sen bilmezsin denilerek büyümüştü. Babaannesi çorabını giydirmiş, tuvalette temizliğinde yardımcı olmuş, saçını taramış, kıyafetlerini eline vermiş, gerekirse giydirmişti.
Aslında ne kadar sevgi dolu görünse de bu tembelleştirici bir davranış biçimiydi. Bana geldiğinde ise hayatının sorumluluğu ondaydı. Defterini toplaması, yatağınız düzeltmesi, saçını taraması,kitabını okuması ve dersini yapması kendi sorumluluğundaydı.
Buna ne kadar teşvik edersem edeyim aslında teşvik kısmı bence doğru değildi. Çünkü ben sert ve katı kurallar koyarak bunu yapmaya zorluyor yapmadığında ise çemkiriyordum.
Doğru değildi. Fazlasıyla anaç bir kadının elinde büyüyen biri için bende fazlasıyla sert bir patron edasıyla davranıyordum.
İnsanları seven, arkadaşlık kurmaya çalışan ve topluma ilk kez katılan kızım için hayatı zorlaştırıyordum. Hem okulda yaşadıklarıyla hem de benimle baş etmek zorunda kalıyordu.
O zamanlar kendini kabul ettirmek için hediye vermeye çalıştığını düşünüyordum. Sürekli bir arkadaşına hediye götürmek bir şeyler vermek istiyordu. Onu hediyesini kendi eliyle yapmaya zorluyordum. Ama babaannesi her okul çıkışında yaptığı gibi yine istediğini alıyor, okula giderken de ona para veriyordu.
Benim hazırladığım beslenmeler atılıyor, yerine köşedeki fırından poğaça alınıyordu. Bir gün öğretmenine hediye götürmek istediğini söyledi. Bende bunun iyi bir fikir olduğunu ve ona çok sevdiğim kitabı alıp hediye edebileceğini söyledim.
O dönem MOMO yu okumuş hayatı gerçekten sorgulamaya başlamıştım. Herkese MOMO alıyor ve hediye ediyordum. Gittik ve kitabı aldık. İçine yazı yazdım ve okula gönderdim.
Öğretmeni mutlu olmuştu ve kızımın tahtaya ilk yazdığı cümle“ Annem öğretmenime kitap aldı.“ oldu.
Öğretmenin gözünde kitap hediye eden, velilerin gözünde ise geveze bir kadın olarak tarihe geçtim.

Hiç yorum yok: