İLK OKUL
Örgü örüyor, dikiş dikiyor ve sürekli yeni şeyler öğrenmeye çalışıyordum.
Çocukluğum da öğrendiğim tığ işini, lise yıllarında yaptığım vitray boyaları
tekrar deniyordum. Örgü örmeyi Hatice teyzem öğretmişti. Çok erken yaşta
evlenmiş ve İstanbul’ yerleşmiştim.
O zamanlarda meraklıydım sürekli bir şeyler yapmaya… Bazen Aksaray’dan
Eminönü’ne tramvayla gider,elime geçen bütün hobi malzemelerini alırdım. Dikiş dikmek
yeni elbiselerde falan işe yaramıyordu. Attığım kumaşların sayısı oldukça
fazlaydı. Örgüye vakit bulmam için uykusuz kalmak zorundaydım.
Hiç bir şey yapmasam bile sürekli hobi eşyaları, bir gün
belki işime yarar diye birçok dikiş malzemesi alıyordum. Durmadan hobi
sitelerini inceliyordum. Hoşuma giden şeyleri yapabiliyor olmaktan çok hoşlanıyordum.
Blog aleminde insanların durmadan ürettiğini görmek canımı sıkıyor. Neden ben
böyle şeylere vakit ayıramıyorum diye hayıflanıyordum.
Her şeyi merak eder hale gelmiştim. Evde sirke yapmaya
çalışıyor, tereyağı nasıl olur diye kafa yoruyordum. Peynir denemesi bile
yapmıştım. Köyü özlüyor oradaki insanların enerjilerine hayran kalıyordum.
Kadınların, haftada bir ekmek yapacak güçlerinin olması. Bu iş
kesinlikle beden gücü gerektiren bir şeydi.
Bir zamanlar köyde herkes haftalık ekmeğini yapardı. Bağ bahçe de, her
gün, düzenli olarak çalışmalarına, ürettiklerini elde etmelerine hayran
kalıyordum.
Bizim balkonda maydanoz bile yetişmiyordu. Köyde bir yaşam
kurmak ve ölene dek orada kalmak istiyordum. Merakla birlikte internette
sürekli araştırma yapmaya ve okumaya başladım. Kitap yorumları okuyor, el işi
videoları seyrediyordum. Bazen eve o kadar yorgun gidiyordum ki; görüp denemek
istediğim şeylerin malzemelerini iş çıkışı alsam bile yapmaya fırsatım
olmuyordu.
Hayatı sorguluyordum. Böyle sıkıştırılmış bir hayat yaşamak zorunda
mıydım? Sabahları erkenden ayaklanıp, gecenin yorgunluğu için tekrar yorulmak,
erkenden evden çıkmak, bambaşka insanlara güler yüz göstermek, merak ettiğim
hiçbir şeyi deneyememek zorunda mıydım?
Hayatı sorguluyor, su üstündeki saman tanesi gibi
sürüklendiğimi hissediyordum.
Evde olsam istediğim kadar uyusam, dinlensem ve meraklarımın
peşinden gitsem diye hevesleniyordum. Bu mümkün değildi. Tüm ailemi peşimden bu
eve sürüklemiştim. Sanki, mülteci kampı gibi bir yaşam sürdüğümüz; mutfağı yan
komşunun tuvaletine bakan, camından karşı komşunun camını görebildiğiniz, biri
gelirse diye düzenli bir salona sahip olmak istediğiniz bu eve gelerek hepimizi
uzun soluklu, zoraki hayata sürüklemiştim.
Bir gün; köye dönecek taş evimin bahçesinde kitabımı okuyup
kahve içecektim. Bunun için bu şehirde çok çalışmam, sevmediğim bu evde ve bu hayatı
yaşamam gerekiyordu. Cemo da köyde yaşamı bilmeyen hayatı boyunca bu küçük
evlerde, televizyon karşısında yaşamış bir insandı. Gitmezdi.
Evinin arkasında muhteşem bir dağ manzarası yoktu. Eliyle karpuzu
koparıp, yere vurup yarıp, avuçlayarak yememişti. Tarlaya gidip, köy ekmeğinin
arasına bir dilim peynir, dalından koparılıp konmuş biber ve domatesle
yememişti.
Taze sütün hayvandan nasıl sağıldığını, onların nasıl otlatıldığını,
yazları insanların kışlık yem hazırlıkları için ne kadar uğraş verdiklerini
bilmiyordu.
Şimdiye kadar hayatını kolaylaştıran annesi ve annesinin
ondan iki kat hayatını kolaylaştırdığı abisi ile yaşamıştı.
Babaları öldükten sonra komşuları tarafından babasının vasiyetiyle bir ustanın
yanına yerleştirilmişti. İlkokulu bitirdiğinden beri çalışıyordu. Dünyanın en
ağır yükünü kendisi taşıyormuş gibi davranıyordu.
Onun yükü; aslında yaşadığı hayattı. Daha sade, daha mutlu
olabilirdik. Bu onun asla mümkün olmayacağı kanaatindeydi. Gidelim buradan her
şey razıyım. Bir küçük barakamız olsun yeter, sen ustasın elinden her iş
geliyor emin ol daha çok çalışacaksın ama sabah uyandığın manzara ve duyduğun
sesler seni daha mutlu edecek dediğimde; bunların sadece emeklilik hayalleri
olduğunu, eğer çalışmasaydım belki şansımız olabileceğini söylüyordu.
Şimdi çalışmak zorundaydım. Bu aileyi sürüklediğim bu
hayattan kurtarmak için çalışmak zorundaydım.
Köyde yaşayanlar ise; İstanbul da düzenli bir işim, muhteşem
bir çalışma ortamım olduğunu, iyi para kazandığımı düşünüp hayıflanıyorlardı. Düzenli
iş, para ve mevkinin aslında hiçbir şey olduğunu bilmiyorlardı.
Şerefli bir yaşam ve çalışkanlık her şeye bedeldi. Komşunuza
selam vermeden geçmek, yan tarafınızda kimin oturduğunu bilmemek, acaba başıma bir
şey gelir mi diye yollardan yürümek…
Sabah kalkıp tarlasına gidebilen, bahçesinden taze sebze
meyve yiyebilen insanlara, bunları alabiliyor olmak ve bunları alabilmek için
çalışmak daha cazip geliyordu.
Kızım ilkokula başladığında artık buradan dönmek bambaşka
hayata tutunmak için bir çok yol arıyordum. Bunu köyde yaşadığımda, anneme
yardım bile etmediğim peyniri yaparak, sağmadığım ineklerin sütüne para verip
alarak, yoğurdumu mayalayarak, hatta sabun bile yapmaya çalışarak tatmin olmaya
çalışıyordum.
Artık ilkokula başlamıştı.
Öğretmen seçimi yapmamıştık. İlk gün ben izin alamadığım için babasıyla
gitmişti. Okulun en yaşlı öğretmeninin sınıfındaydı. Cemo ya hemen değiştir
dedim. Abarttığımı düşünüyordu.
İlkokul üçe kadar köyde okumuş, dördüncü ve beşinci sınıfı
ilçede tamamlamıştım. Bizim mezuniyetimizden sonra emekli olacak yaşlı bir
öğretmen ile iç acıcı olmayan anılarım vardı. Evet, parlak bir öğrenci değildim
ama keşfedilmesi gereken maden olabilirdim!
Eve gittiğimde, Cemo; aslında matematik öğretmeni olan
arkadaşının ona yaz başında kendi arkadaşını önerdiğini ama bunu bana söylemeyi
unuttuğunu söyledi. Bu şimdi mi söylenir diye çemkirdim.
Madem tanıdığımız biri vardı. Neden bunu halletmemiştik?
Kızım benim yaşadığımı yaşamamalıydı. Devir değişmişti. İyi bir öğretmende eğitim almalıydı. Hem sevecen
hem de hırslı bir öğretmen olmalı, kızım sağlam bir temel eğitimle yola devam
etmeliydi.
Ertesi günü okula gidip öğretmeni değiştirdim. Müdür yardımcısı bana çok pişman olacağımı
söyledi. Madalya takacak hali yoktu. Tabii ki öyle söyleyecekti.Buna hiçbir
zaman pişman olmadım. O dönem branş öğretmenleri ataması gerçekleşti meğer
bizim öğretmen matematik öğretmeniymiş. Daha serbest çalışıp aynı maaşı almayı
ve kendi branşını yapmayı terci etmişti.
Başka bir okuldan bir öğretmen daha geldi. Bu öğretmen
sürekli sınıfta değildi. Tanışmaya gittiğimde sanki devam etmeyecek geçici
biriymiş gibi davranmıştı. Nitekim öyle oldu. İki ay içerisinde o da gitmişti.
Milli eğitimde köklü değişikler devam ediyordu. Biz daha
birinci dönem bitmeden üç öğretmen devirmiştik. Arkadaşları ise iki öğretmen! İstanbul’un
en eski okullarından birinde, İstanbul’un en eski, kalabalık semtinde ikili
eğitim veren bu okulda da bunca yıl bu kadar öğretmen değişikliği olmamıştı
herhalde?
Müdür, ikinci eski öğretmen ve üçüncü yeni öğretmenin
katıldığı bir veli toplantısı düzenlendi. Kadınlar ikinci öğretmenin gitmemesi
için imza topluyorlardı. Milli eğitim şikâyet hattına okulu şikâyet
ediyorlardı. Bilmedikleri şey; sistemin yaptığı bir şey olduğu ve sistemin
yarattığı mağduriyeti şikayet etmeleri gerektiğiydi.
Toplantıda müdür de eski öğretmende konuşması gerekenleri
konuştular. Bunun son kez yaşandığını ve sistemdeki sıkıntıdan bahsettiler. Ama
bizim öğretmenler gününde, tam takım yemek takımı ile öğretmenlere masa kuran,
okulda aktif olmaya bayılan sınıf anamız ve arkadaşları; en arka sırada giden
öğretmen için ağlıyorlar, bağırıp yas tutuyorlardı.
Tam bu sırada 3. Ve yeni öğretmenimiz geldi. Artık ondan 3. Atom diye bahsedeceğim. Kimse hoş
geldiniz bile demedi. Öylede kenarda dikiliyordu. Benimde hissettiğim bu
saçmalıklara dayanamayıp sınıfı terke etti. Bu onurlu davranış alkışlanmalıydı.
Ama ağlamak ve dert yanmakla meşgul olan analar; bunu bir saygısızlık olarak
düşünüyorlardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder