15 Ocak 2019 Salı

İLK OKUL


Örgü örüyor, dikiş dikiyor ve sürekli yeni şeyler öğrenmeye çalışıyordum. Çocukluğum da öğrendiğim tığ işini, lise yıllarında yaptığım vitray boyaları tekrar deniyordum. Örgü örmeyi Hatice teyzem öğretmişti. Çok erken yaşta evlenmiş ve İstanbul’ yerleşmiştim.
O zamanlarda meraklıydım sürekli bir şeyler yapmaya… Bazen Aksaray’dan Eminönü’ne tramvayla gider,elime geçen bütün hobi malzemelerini alırdım. Dikiş dikmek yeni elbiselerde falan işe yaramıyordu. Attığım kumaşların sayısı oldukça fazlaydı. Örgüye vakit bulmam için uykusuz kalmak zorundaydım.
Hiç bir şey yapmasam bile sürekli hobi eşyaları, bir gün belki işime yarar diye birçok dikiş malzemesi alıyordum. Durmadan hobi sitelerini inceliyordum. Hoşuma giden şeyleri yapabiliyor olmaktan çok hoşlanıyordum. Blog aleminde insanların durmadan ürettiğini görmek canımı sıkıyor. Neden ben böyle şeylere vakit ayıramıyorum diye hayıflanıyordum.
Her şeyi merak eder hale gelmiştim. Evde sirke yapmaya çalışıyor, tereyağı nasıl olur diye kafa yoruyordum. Peynir denemesi bile yapmıştım. Köyü özlüyor oradaki insanların enerjilerine hayran kalıyordum.
Kadınların, haftada bir ekmek yapacak güçlerinin olması. Bu iş kesinlikle beden gücü gerektiren bir şeydi.  Bir zamanlar köyde herkes haftalık ekmeğini yapardı. Bağ bahçe de, her gün, düzenli olarak çalışmalarına, ürettiklerini elde etmelerine hayran kalıyordum.
Bizim balkonda maydanoz bile yetişmiyordu. Köyde bir yaşam kurmak ve ölene dek orada kalmak istiyordum. Merakla birlikte internette sürekli araştırma yapmaya ve okumaya başladım. Kitap yorumları okuyor, el işi videoları seyrediyordum. Bazen eve o kadar yorgun gidiyordum ki; görüp denemek istediğim şeylerin malzemelerini iş çıkışı alsam bile yapmaya fırsatım olmuyordu.
Hayatı sorguluyordum. Böyle sıkıştırılmış bir hayat yaşamak zorunda mıydım? Sabahları erkenden ayaklanıp, gecenin yorgunluğu için tekrar yorulmak, erkenden evden çıkmak, bambaşka insanlara güler yüz göstermek, merak ettiğim hiçbir şeyi deneyememek zorunda mıydım?
Hayatı sorguluyor, su üstündeki saman tanesi gibi sürüklendiğimi hissediyordum.
Evde olsam istediğim kadar uyusam, dinlensem ve meraklarımın peşinden gitsem diye hevesleniyordum. Bu mümkün değildi. Tüm ailemi peşimden bu eve sürüklemiştim. Sanki, mülteci kampı gibi bir yaşam sürdüğümüz; mutfağı yan komşunun tuvaletine bakan, camından karşı komşunun camını görebildiğiniz, biri gelirse diye düzenli bir salona sahip olmak istediğiniz bu eve gelerek hepimizi uzun soluklu, zoraki hayata sürüklemiştim.
Bir gün; köye dönecek taş evimin bahçesinde kitabımı okuyup kahve içecektim. Bunun için bu şehirde çok çalışmam, sevmediğim bu evde ve bu hayatı yaşamam gerekiyordu. Cemo da köyde yaşamı bilmeyen hayatı boyunca bu küçük evlerde, televizyon karşısında yaşamış bir insandı. Gitmezdi.
Evinin arkasında muhteşem bir dağ manzarası yoktu. Eliyle karpuzu koparıp, yere vurup yarıp, avuçlayarak yememişti. Tarlaya gidip, köy ekmeğinin arasına bir dilim peynir, dalından koparılıp konmuş biber ve domatesle yememişti.
Taze sütün hayvandan nasıl sağıldığını, onların nasıl otlatıldığını, yazları insanların kışlık yem hazırlıkları için ne kadar uğraş verdiklerini bilmiyordu.
Şimdiye kadar hayatını kolaylaştıran annesi ve annesinin ondan iki kat hayatını kolaylaştırdığı abisi  ile  yaşamıştı. Babaları öldükten sonra komşuları tarafından babasının vasiyetiyle bir ustanın yanına yerleştirilmişti. İlkokulu bitirdiğinden beri çalışıyordu. Dünyanın en ağır yükünü kendisi taşıyormuş gibi davranıyordu.
Onun yükü; aslında yaşadığı hayattı. Daha sade, daha mutlu olabilirdik. Bu onun asla mümkün olmayacağı kanaatindeydi. Gidelim buradan her şey razıyım. Bir küçük barakamız olsun yeter, sen ustasın elinden her iş geliyor emin ol daha çok çalışacaksın ama sabah uyandığın manzara ve duyduğun sesler seni daha mutlu edecek dediğimde; bunların sadece emeklilik hayalleri olduğunu, eğer çalışmasaydım belki şansımız olabileceğini söylüyordu.
Şimdi çalışmak zorundaydım. Bu aileyi sürüklediğim bu hayattan kurtarmak için çalışmak zorundaydım.
Köyde yaşayanlar ise; İstanbul da düzenli bir işim, muhteşem bir çalışma ortamım olduğunu, iyi para kazandığımı düşünüp hayıflanıyorlardı. Düzenli iş, para ve mevkinin aslında hiçbir şey olduğunu bilmiyorlardı.
Şerefli bir yaşam ve çalışkanlık her şeye bedeldi. Komşunuza selam vermeden geçmek, yan tarafınızda kimin oturduğunu bilmemek, acaba başıma bir şey gelir mi diye yollardan yürümek…
Sabah kalkıp tarlasına gidebilen, bahçesinden taze sebze meyve yiyebilen insanlara, bunları alabiliyor olmak ve bunları alabilmek için çalışmak daha cazip geliyordu.
Kızım ilkokula başladığında artık buradan dönmek bambaşka hayata tutunmak için bir çok yol arıyordum. Bunu köyde yaşadığımda, anneme yardım bile etmediğim peyniri yaparak, sağmadığım ineklerin sütüne para verip alarak, yoğurdumu mayalayarak, hatta sabun bile yapmaya çalışarak tatmin olmaya çalışıyordum.
Artık ilkokula başlamıştı.  Öğretmen seçimi yapmamıştık. İlk gün ben izin alamadığım için babasıyla gitmişti. Okulun en yaşlı öğretmeninin sınıfındaydı. Cemo ya hemen değiştir dedim. Abarttığımı düşünüyordu.
İlkokul üçe kadar köyde okumuş, dördüncü ve beşinci sınıfı ilçede tamamlamıştım. Bizim mezuniyetimizden sonra emekli olacak yaşlı bir öğretmen ile iç acıcı olmayan anılarım vardı. Evet, parlak bir öğrenci değildim ama keşfedilmesi gereken maden olabilirdim!
Eve gittiğimde, Cemo; aslında matematik öğretmeni olan arkadaşının ona yaz başında kendi arkadaşını önerdiğini ama bunu bana söylemeyi unuttuğunu söyledi. Bu şimdi mi söylenir diye çemkirdim.
Madem tanıdığımız biri vardı. Neden bunu halletmemiştik?
Kızım benim yaşadığımı yaşamamalıydı. Devir değişmişti.  İyi bir öğretmende eğitim almalıydı. Hem sevecen hem de hırslı bir öğretmen olmalı, kızım sağlam bir temel eğitimle yola devam etmeliydi.
Ertesi günü okula gidip öğretmeni değiştirdim.  Müdür yardımcısı bana çok pişman olacağımı söyledi. Madalya takacak hali yoktu. Tabii ki öyle söyleyecekti.Buna hiçbir zaman pişman olmadım. O dönem branş öğretmenleri ataması gerçekleşti meğer bizim öğretmen matematik öğretmeniymiş. Daha serbest çalışıp aynı maaşı almayı ve kendi branşını yapmayı terci etmişti.
Başka bir okuldan bir öğretmen daha geldi. Bu öğretmen sürekli sınıfta değildi. Tanışmaya gittiğimde sanki devam etmeyecek geçici biriymiş gibi davranmıştı. Nitekim öyle oldu. İki ay içerisinde o da gitmişti.
Milli eğitimde köklü değişikler devam ediyordu. Biz daha birinci dönem bitmeden üç öğretmen devirmiştik. Arkadaşları ise iki öğretmen! İstanbul’un en eski okullarından birinde, İstanbul’un en eski, kalabalık semtinde ikili eğitim veren bu okulda da bunca yıl bu kadar öğretmen değişikliği olmamıştı herhalde?
Müdür, ikinci eski öğretmen ve üçüncü yeni öğretmenin katıldığı bir veli toplantısı düzenlendi. Kadınlar ikinci öğretmenin gitmemesi için imza topluyorlardı. Milli eğitim şikâyet hattına okulu şikâyet ediyorlardı. Bilmedikleri şey; sistemin yaptığı bir şey olduğu ve sistemin yarattığı mağduriyeti şikayet etmeleri gerektiğiydi.
Toplantıda müdür de eski öğretmende konuşması gerekenleri konuştular. Bunun son kez yaşandığını ve sistemdeki sıkıntıdan bahsettiler. Ama bizim öğretmenler gününde, tam takım yemek takımı ile öğretmenlere masa kuran, okulda aktif olmaya bayılan sınıf anamız ve arkadaşları; en arka sırada giden öğretmen için ağlıyorlar, bağırıp yas tutuyorlardı.
Tam bu sırada 3. Ve yeni öğretmenimiz geldi.  Artık ondan 3. Atom diye bahsedeceğim. Kimse hoş geldiniz bile demedi. Öylede kenarda dikiliyordu. Benimde hissettiğim bu saçmalıklara dayanamayıp sınıfı terke etti. Bu onurlu davranış alkışlanmalıydı. Ama ağlamak ve dert yanmakla meşgul olan analar; bunu bir saygısızlık olarak düşünüyorlardı.

Hiç yorum yok: