OKUL BAŞLAR İŞ BİTER
Kızım sabahçı olacaktı. Ne yazık ki anaokulu da ikili eğitim
veriyordu. En güzel yanı sabahları beraber evden çıkacak, kahvaltı edecek
olmamızdı. Beraber yaşıyorduk. Bir aileydik ve artık kızım tamamen yanımızdaydı.
Daha güzel ne olabilirdi?
Bir hafta boyunca okula uyum programında; sabahları gidip
iki saat boyunca okulda onunla birlikte oluyordum. Çocuklarını bekleyen anneler,
benim gibi, okulun yazları çay bahçesi olarak kullandığı bahçede oturuyorlardı.
Yeni insanlarla ve hikâyelerle tanışma fırsatı bulmuştum. Kimi
çocuğunun kişiliğinden, kimisi endişelerinden, kimisi ise hayatından bahsediyordu.
Ben ise sabahları zor kalkıp uykulu gözlerimle bu hikâyeleri
dinliyor. Aralarda kendimden bahsediyordum. Nesli ile o günlerden birinde
tanıştık.
Masamıza gelip okula daha önce gelemediklerini ve alınacaklar
listesini alamadığını bunun için telefon numaramızı istiyordu. Karşımdaki hemcinsim
verir diye sesimi çıkartmadım. İçgüdüsel olarak her şey atlayan bir taraf olmak
istemiyordum. Ama kadın soğuk bir bakış atarak telefon numarasını vermeyince,
hemen atladım verin numaranızı size numaramı atayım konuşuruz dedim.
O zamanlar hayatıma sevgi dolu, en özel itiraflarımı
yapabileceğim, karikatürlere gülebileceğim, siyaset konuşabileceğim,
duygularımı istediğim gibi aktarabileceğim bir hemcinsimle tanıştığımı bilmiyordum.
Tıpkı; eşimin, yaşam merkezinin iç yapı çizimlerinin olduğu dâhili
bellekte olan, ana okulu gösterisini kaydetmesi için verdiğimde; ‘Kadın ne anlar?’ dediğimde aslında onun bir mimari
çizim teknikeri olduğunu bilmediğim gibi… Kızlarımız tesadüfen anaokulunda aynı
öğretmende eğitim alıyorlardı. O dönemlerde arkadaşlığımız sabahları çocukları
bırakırken iki selamdan öteye gitmedi.
Bir hafta böyle uyumla geçmişti. İki saati okulda
geçirdikten sonra eve geliyor hemen odadaki çekyatlardan birine uyumaya çalışıyordum.
Aslında evde yapılması gereken birçok iş vardı ama uyumayı tercih ediyor, akşamüstü
kalkıp birkaç yemek hazırlayıp zaten geç gelen eşimi bekliyordum. Sabahları sekizde
bırakacak, öğlen bir gibi çocuklar okuldan çıkacaklardı. Babaannesi alma
görevini üstüne aldı. Sabahları ben bırakıyordum, öğlenleri o alıyordu.
Neredeyse beş yıldır. Kızımla hiç evde kalmamıştım. Bazen ne
yapacağımı şaşırıyordum. Hayatımız hafta içleri bir akşam annenin getirdiği
etkinlikler. Hafta sonları yine annenin ayarladığı tiyatro, sinema ya da AVM
etkinlikleriyle dolduruyorduk. Hafta sonları dayılarıyla vakit geçiriyor, benim
sürekli işim oluyordu. Etkinlikler dışında, kalan zamanda; yemek, çamaşır,
temizlik görevleri sadece benim sorululuğumdaydı.
Hiç beraber evde kalmamıştık, yoğun çalışıyordum izinlerimde
ise Çanakkaleye gidiyorduk. Önce ev işlerini bitiriyor. Sonra akraba ziyaretine
gidiyorduk. Zaten çocuklarla ortalıktan kayboluyordu.
Şimdi hep beraberdik. Sabahları erkenden uyanmam, kahvaltıyı
hazırlamam, çocuğu giydirmem ve bunların hepsini yaparken güler yüzlü tatlı
dilli olmam. İç sesimden vazgeçmem gerekiyordu.
Uyanmakta zorluk çekiyor, okula gitmesi için sabırsızlanıyordum.
Yetersiz anne duygusu, o zamanlar beni kemirmeye başladı. Beceriksiz.
Çalışan anne durmadan içimden konuşuyordu. Cemo çok yoğun çalışıyordu. Henüz yaşam
merkezi inşaat aşamasındaydı. İşe gitmek ve eve dönmek için epey vakit
kaybediyordu.
Evden memnun değildi. Bende öyleydim. Yatak odası karanlık
çift gardıroplu ve çamaşır makineliydi, banyo tuvalet bir aradaydı. Alaturka tuvaleti
bir ara kapatıp kiler olarak kullandık. Daha sonra mutfağa sığmayan bulaşık
makinesini oraya geçirdik. Kızımın odasında sadece iki çekyat ve soba vardı. Salon
yemek odası takımını koltuk takımını almıştı ama nefes almakta güçlük
çektiğimiz bir alandı.
Kapıdan girildiğinde küçük bir hol, solunda aslında vestiyer
olarak kullanılması gereken alan buzdolabımıza nasip olmuştu. Mutfak iki
kişinin giremeyeceği, tezgâhına iki tencere bir ocaktan fazlasını koyamayacağın,
balkonu hava boşluğuna bakan bir hol gibiydi.
İyi ki büyük erkek kardeşime evi satmış, küçük kardeşimi de
bu sıkıştırılmış hayatın içine sokmamıştım. Yapmamıştım ama hayatımızı
mahvettiğim elimizdekileri kaybetmemize sebep olduğum düşüncesi beynimi
kemiriyordu.
Aklıma mukayyet olamıyor durmadan benim suçumun olduğunu düşünüyordum.
Elimizde üç kuruş para, ettiğimiz zarar ve sıkış tepiş bir hayata daha önce
evde hiç vakit geçirmediğim kızımla başlamıştım.
İşte ise artık daha çok kendime güveniyordum. Beni seviyorlardı.
Sevmeseler bu şartları sunarlarımıydı? Kendimi ispatlamış olduğumu
düşünüyordum. Burası benim için ben ise burası için vardım. Yıllardır beraber
çalıştığım insanlar, bana güvendiklerini ve daima benimle çalışmak
istediklerini göstermişlerdi.
Evdeki sorunları atlatabilirdik. Biraz daha zaman vardı. Belki
bir ev alır, hayata yeniden başlardık. Nasıl
olsa harika bir işim, beni seven yöneticilerim vardı. Bir süre sonra kendimi
toparlardım.
Kızımı, sabahları okula bırakıyor, işe yürüyordum. Yolda
yarım saatlik bir dinlenmede kitap okuyor, erkenden işimin başında oluyordum.
Geçecek eve alışacağım, kardeşim okulu bitirecek yeni bir
hayata başlayacak, her şey güzel olacaktı. Birde geceleri çamaşır asma,
sabahları akşam yemeğini hazırlayıp kahvaltı masasını toplayıp evi düzenli
bırakma telaşını bırakma derdim olmasaydı!
Günler sorunlu düşüncelerimle geçerken, bir kandil günü her
şey değişti. Örtger ona fazla para teslim ettiğim için odasında, bana
demediğini bırakmadı. ‘Dikkatsizsin, kendine çok güveniyorsun, bu böyle olmaz,
kendine çeki düzen ver!’ diyordu. Bu paranın nereden geldiğini bilmiyor ve
mesai saatim yarım saat geçmesine rağmen hala bulmaya çalışıyordum.
Hırsla odaya çağırıp elimdeki parayı aldı ve söyleyebileceği
en kaba dilde benimle konuşma yaptı. Son zamanlarda zaten hareket ve
davranışlarıyla beni baskıladığının farkındaydım. Ama Örtger’in ne zaman neye
kızacağı veya sevineceği, kime nasıl para harcayacağı belli olmazdı. En olmadık
eften püften şeylere hesap yapardı. Ama bir bakardınız gerek olmayan,
niteliksiz şeylere büyük ödemeler yapar ve mutlu olurdu.
Bana davranış biçimi yıllarca böyleydi. Sinirli olduğunda herkes
odasına kaçar ben ortada sadece gözlerine bakarak dinlerdim. Sonra geçerdi… Örtger
işte diyordum. Bazen bütün patronların böyle olduğunu, bazen de patronluğun
böyle gerekleri olduğunu düşünüyordum.
Bu son yaptığı ise; bunca yıllık çalışanı olan bana karşı
çok merhametsizce ve gereksizdi.
O gün eve dönerken yolumu uzattım. Durmadan ağladım. Ne için
ben bunları yapmıştım. Sevmeyen bir yöneticim için mi? Yıllarca beraber kısıtlı
vakitlerde tüm istediklerini yaptığım kızım için mi? Okula giden küçük erkek
kardeşim için mi? İş hayatı oturmamış eşim için mi? Sigortasını ödediğim babam
için mi? Her hafta evime gelen büyük erkek kardeşim için mi? Kızımdan ayrılmak
istemeyen ama yanımıza taşınmayan kayınvalidem için mi?
Eve gittim. Başımın çok ağrıdığını ve yoğun bir gün
geçirdiğimi söyleyip uyudum. Ertesi gün paranın benim param olduğu, markete
alışveriş almak için gidip üstünü cebime attığımı ve bunu şirket parasıyla
karıştırdığımı fark ettim. Bunu Örtger’e söyledim ve parayı önüme eliyle attı.
Yüzüm gözüm şişti, başım ağrıyordu. Artık içimdeki yetersiz
kadın durmadan konuşuyordu. Bu olaydan iki hafta sonra Örtger’in hal ve
davranışlarından memnun olmadığım için, Gacet’a Örtger’in işe gelmediği bir gün
işten ayrılmak istediğimi söyledim.
Sekiz yıl bu işte çalışmıştım ama artık yetişkin bir kadın
ve iyi bir elemandım. Benim hakkımda böyle düşünüp farklı davranmak beni çok
yıpratmıştı.
Dahası; olmadık her türlü davranışa katlanıyordum. Örtger’in
öfke nöbetlerine dayanıyor, hastaların saçma sapan istekleri karşısında,
sabırlı oluyor ama evdekilere sabırsızlanıyordum.
Madem onlar için çalışıyordum. Üç kuruşluk insanlara
katlanıp neden eşime çocuğuma bunun acısını çıkartıyordum ki? Hem onlar için
çalışıp neden onlara cehennem gibi bir hayat sunuyordum.
Kimsenin bana böyle davranmaya hakkı yoktu. Bitmişti. Artık
klinikteki Püskül bitmişti!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder