9 Ocak 2019 Çarşamba

OKUL BAŞLAR İŞ BİTER


Kızım sabahçı olacaktı. Ne yazık ki anaokulu da ikili eğitim veriyordu. En güzel yanı sabahları beraber evden çıkacak, kahvaltı edecek olmamızdı. Beraber yaşıyorduk. Bir aileydik ve artık kızım tamamen yanımızdaydı. Daha güzel ne olabilirdi?
Bir hafta boyunca okula uyum programında; sabahları gidip iki saat boyunca okulda onunla birlikte oluyordum. Çocuklarını bekleyen anneler, benim gibi, okulun yazları çay bahçesi olarak kullandığı bahçede oturuyorlardı.
Yeni insanlarla ve hikâyelerle tanışma fırsatı bulmuştum. Kimi çocuğunun kişiliğinden, kimisi endişelerinden, kimisi ise hayatından bahsediyordu.
Ben ise sabahları zor kalkıp uykulu gözlerimle bu hikâyeleri dinliyor. Aralarda kendimden bahsediyordum. Nesli ile o günlerden birinde tanıştık.
Masamıza gelip okula daha önce gelemediklerini ve alınacaklar listesini alamadığını bunun için telefon numaramızı istiyordu. Karşımdaki hemcinsim verir diye sesimi çıkartmadım. İçgüdüsel olarak her şey atlayan bir taraf olmak istemiyordum. Ama kadın soğuk bir bakış atarak telefon numarasını vermeyince, hemen atladım verin numaranızı size numaramı atayım konuşuruz dedim.
O zamanlar hayatıma sevgi dolu, en özel itiraflarımı yapabileceğim, karikatürlere gülebileceğim, siyaset konuşabileceğim, duygularımı istediğim gibi aktarabileceğim bir hemcinsimle tanıştığımı bilmiyordum.
Tıpkı; eşimin, yaşam merkezinin iç yapı çizimlerinin olduğu dâhili bellekte olan, ana okulu gösterisini kaydetmesi için verdiğimde;  ‘Kadın ne anlar?’ dediğimde aslında onun bir mimari çizim teknikeri olduğunu bilmediğim gibi… Kızlarımız tesadüfen anaokulunda aynı öğretmende eğitim alıyorlardı. O dönemlerde arkadaşlığımız sabahları çocukları bırakırken iki selamdan öteye gitmedi.
Bir hafta böyle uyumla geçmişti. İki saati okulda geçirdikten sonra eve geliyor hemen odadaki çekyatlardan birine uyumaya çalışıyordum. Aslında evde yapılması gereken birçok iş vardı ama uyumayı tercih ediyor, akşamüstü kalkıp birkaç yemek hazırlayıp zaten geç gelen eşimi bekliyordum. Sabahları sekizde bırakacak, öğlen bir gibi çocuklar okuldan çıkacaklardı. Babaannesi alma görevini üstüne aldı. Sabahları ben bırakıyordum, öğlenleri o alıyordu.
Neredeyse beş yıldır. Kızımla hiç evde kalmamıştım. Bazen ne yapacağımı şaşırıyordum. Hayatımız hafta içleri bir akşam annenin getirdiği etkinlikler. Hafta sonları yine annenin ayarladığı tiyatro, sinema ya da AVM etkinlikleriyle dolduruyorduk. Hafta sonları dayılarıyla vakit geçiriyor, benim sürekli işim oluyordu. Etkinlikler dışında, kalan zamanda; yemek, çamaşır, temizlik görevleri sadece benim sorululuğumdaydı.
Hiç beraber evde kalmamıştık, yoğun çalışıyordum izinlerimde ise Çanakkaleye gidiyorduk. Önce ev işlerini bitiriyor. Sonra akraba ziyaretine gidiyorduk. Zaten çocuklarla ortalıktan kayboluyordu.
Şimdi hep beraberdik. Sabahları erkenden uyanmam, kahvaltıyı hazırlamam, çocuğu giydirmem ve bunların hepsini yaparken güler yüzlü tatlı dilli olmam. İç sesimden vazgeçmem gerekiyordu.
Uyanmakta zorluk çekiyor, okula gitmesi için sabırsızlanıyordum. Yetersiz anne  duygusu,  o zamanlar beni kemirmeye başladı. Beceriksiz. Çalışan anne durmadan içimden konuşuyordu. Cemo çok yoğun çalışıyordu. Henüz yaşam merkezi inşaat aşamasındaydı. İşe gitmek ve eve dönmek için epey vakit kaybediyordu.
Evden memnun değildi. Bende öyleydim. Yatak odası karanlık çift gardıroplu ve çamaşır makineliydi, banyo tuvalet bir aradaydı. Alaturka tuvaleti bir ara kapatıp kiler olarak kullandık. Daha sonra mutfağa sığmayan bulaşık makinesini oraya geçirdik. Kızımın odasında sadece iki çekyat ve soba vardı. Salon yemek odası takımını koltuk takımını almıştı ama nefes almakta güçlük çektiğimiz bir alandı.
Kapıdan girildiğinde küçük bir hol, solunda aslında vestiyer olarak kullanılması gereken alan buzdolabımıza nasip olmuştu. Mutfak iki kişinin giremeyeceği, tezgâhına iki tencere bir ocaktan fazlasını koyamayacağın, balkonu hava boşluğuna bakan bir hol gibiydi.
İyi ki büyük erkek kardeşime evi satmış, küçük kardeşimi de bu sıkıştırılmış hayatın içine sokmamıştım. Yapmamıştım ama hayatımızı mahvettiğim elimizdekileri kaybetmemize sebep olduğum düşüncesi beynimi kemiriyordu.
Aklıma mukayyet olamıyor durmadan benim suçumun olduğunu düşünüyordum. Elimizde üç kuruş para, ettiğimiz zarar ve sıkış tepiş bir hayata daha önce evde hiç vakit geçirmediğim kızımla başlamıştım.
İşte ise artık daha çok kendime güveniyordum. Beni seviyorlardı. Sevmeseler bu şartları sunarlarımıydı? Kendimi ispatlamış olduğumu düşünüyordum. Burası benim için ben ise burası için vardım. Yıllardır beraber çalıştığım insanlar, bana güvendiklerini ve daima benimle çalışmak istediklerini göstermişlerdi.
Evdeki sorunları atlatabilirdik. Biraz daha zaman vardı. Belki bir ev alır,  hayata yeniden başlardık. Nasıl olsa harika bir işim, beni seven yöneticilerim vardı. Bir süre sonra kendimi toparlardım.
Kızımı, sabahları okula bırakıyor, işe yürüyordum. Yolda yarım saatlik bir dinlenmede kitap okuyor, erkenden işimin başında oluyordum.
Geçecek eve alışacağım, kardeşim okulu bitirecek yeni bir hayata başlayacak, her şey güzel olacaktı. Birde geceleri çamaşır asma, sabahları akşam yemeğini hazırlayıp kahvaltı masasını toplayıp evi düzenli bırakma telaşını bırakma derdim olmasaydı!
Günler sorunlu düşüncelerimle geçerken, bir kandil günü her şey değişti. Örtger ona fazla para teslim ettiğim için odasında, bana demediğini bırakmadı. ‘Dikkatsizsin, kendine çok güveniyorsun, bu böyle olmaz, kendine çeki düzen ver!’ diyordu. Bu paranın nereden geldiğini bilmiyor ve mesai saatim yarım saat geçmesine rağmen hala bulmaya çalışıyordum.
Hırsla odaya çağırıp elimdeki parayı aldı ve söyleyebileceği en kaba dilde benimle konuşma yaptı. Son zamanlarda zaten hareket ve davranışlarıyla beni baskıladığının farkındaydım. Ama Örtger’in ne zaman neye kızacağı veya sevineceği, kime nasıl para harcayacağı belli olmazdı. En olmadık eften püften şeylere hesap yapardı. Ama bir bakardınız gerek olmayan, niteliksiz şeylere büyük ödemeler yapar ve mutlu olurdu.
Bana davranış biçimi yıllarca böyleydi. Sinirli olduğunda herkes odasına kaçar ben ortada sadece gözlerine bakarak dinlerdim. Sonra geçerdi… Örtger işte diyordum. Bazen bütün patronların böyle olduğunu, bazen de patronluğun böyle gerekleri olduğunu düşünüyordum.
Bu son yaptığı ise; bunca yıllık çalışanı olan bana karşı çok merhametsizce ve gereksizdi.
O gün eve dönerken yolumu uzattım. Durmadan ağladım. Ne için ben bunları yapmıştım. Sevmeyen bir yöneticim için mi? Yıllarca beraber kısıtlı vakitlerde tüm istediklerini yaptığım kızım için mi? Okula giden küçük erkek kardeşim için mi? İş hayatı oturmamış eşim için mi? Sigortasını ödediğim babam için mi? Her hafta evime gelen büyük erkek kardeşim için mi? Kızımdan ayrılmak istemeyen ama yanımıza taşınmayan kayınvalidem için mi?
Eve gittim. Başımın çok ağrıdığını ve yoğun bir gün geçirdiğimi söyleyip uyudum. Ertesi gün paranın benim param olduğu, markete alışveriş almak için gidip üstünü cebime attığımı ve bunu şirket parasıyla karıştırdığımı fark ettim. Bunu Örtger’e söyledim ve parayı önüme eliyle attı.
Yüzüm gözüm şişti, başım ağrıyordu. Artık içimdeki yetersiz kadın durmadan konuşuyordu. Bu olaydan iki hafta sonra Örtger’in hal ve davranışlarından memnun olmadığım için, Gacet’a Örtger’in işe gelmediği bir gün işten ayrılmak istediğimi söyledim.
Sekiz yıl bu işte çalışmıştım ama artık yetişkin bir kadın ve iyi bir elemandım. Benim hakkımda böyle düşünüp farklı davranmak beni çok yıpratmıştı.
Dahası; olmadık her türlü davranışa katlanıyordum. Örtger’in öfke nöbetlerine dayanıyor, hastaların saçma sapan istekleri karşısında, sabırlı oluyor ama evdekilere sabırsızlanıyordum.
Madem onlar için çalışıyordum. Üç kuruşluk insanlara katlanıp neden eşime çocuğuma bunun acısını çıkartıyordum ki? Hem onlar için çalışıp neden onlara cehennem gibi bir hayat sunuyordum.
Kimsenin bana böyle davranmaya hakkı yoktu. Bitmişti. Artık klinikteki Püskül bitmişti!

Hiç yorum yok: