Sihirli halkayı, parmağıma taktıktan sonraki günlerde, üzerime bir
hafiflik gelmişti. Aslında kimseye açıklama yapma gereği duymadığım, rahat edebildiğim
için hafiflenmiştim. Sonraki günlerin, geçmesi ışık hızıyla eşdeğerdi.
Nişanlandığım akşam, herkes gittikten sonra, arkadaşlarımda
mutfakta oturup saatlerce sohbet etmiştik. Fıstık, Kıvırcık ve Zeliş ile
beraber masada yeni aldığım yeşil üstüne krem çiçekleri olan fincanlar ile kahve
içip pişti oynuyorduk. Ve Zeliş ile Kıvırcığın üstüne attığımız duman kokusuyla
keyf ediyorduk.Resmen kimsenin evinde tütün çekme rahatına eremiyorduk ve bunu
kullandığı bilinen arkadaşların üzerine atartık.
O gece, geç saatlere kadar konuştuk. Nişanlanmamı kutluyorduk,
sorunsuz geçmişti. Cemalin ailesi büyük bir nişan gibi düşünüp takı taktıkları
için, babam kızmış, kendisi takamadığı için hayıflandığını söylemişti. Annem bunları
bana söylediğinde, bir anlamı olmadığını kimsenin böyle olacağını bilmediğini
söylemiştim. Bunu şimdi konuşmanın bir anlamı yoktu. Ama bunu söyleyince annem
bozulmuştu. Bence babamın düşüncesi değil annemin pimpirikliliğiydi.
Muayenehanede çalışmaya devam ediyordum. Sanki bir huzur
gelmiş ve önümdeki bütün kapılar açılmış gibi hissediyordum. Bunun sebebi, başı
bağlı kızlara daha farklı bakmalarıydı. Düşünsenize başkalarına göre farklı
yaşadığı ve hissettiği düşünülen -Acaba hissettiklerimi hissediyorlar mıydı?-
bir genç kız olarak, başı bağlıydım.
Oh be diyenler de vardı, art niyet arayanlarda! Bunların hepsiyle
zamanla ve eksiksiz karşılaşacağımın farkında değildim. herşey yolunda gibi görünse
de arka planda dedikodunun özü dönüyordu. Bunlara sebep olanlar ise en yakınlarımdı.
Vurucu, zorlayıcı darbelerdi ama yılmadım. Benim daha çok gitmek için bir
nedenim olmasından öteye geçemediler.
Cemalin ailesi altın inci işini konuşmak için geldiler. Ailem
ne yaparsanız kendinize diyerek lafı genelledi, siz bilirsiniz diye de ekledi. Annesi
‘Diğer gelinime ne yaptıysam, ona da onu yaparım.’ diye ekledi. ‘Sen bilirsin’
dediler. Ama ben bu konuda anneyi değil Cemali muhatap alıyordum.
Aşağılık psikolojisine girmiştim. Bizim oralarda dirseğe
kadar bilezik, göbeğe kadar altın olursa zenginle evlenirsen herkesin gözü kamaşır.
Kimse gençlerin birbiriyle muhabbetine, yaşadıklarına ve yeteneklerine bakmaz.
Bu altın işi aslında bir nevi insanların çocuklarına
desteği, elalem ne der psikolojisi olduğunu düşünüyorum. Kilosuyla altın ile
evlenenlerin yaşadığı ailevi sıkıntılar ve iletişim sıkıntısından doğan
kavgaların mahkemeyle biten evliliklere sebebiyet vermesi hiçte masum bir durum
olmadığını gösteriyor.
İstiyordum ama insanlar beni zenginle evlendi gitti desinler
diye istiyordum. Bu gerçek değildi. cemal zengin değildi. Dedem ve ninem öksüz
bir çocuğa acımasızca davranmalarına hakkımızın olmadığını söylüyorlardı. Annem
ve babamda hemfikirdi ama ben daha çok gösteriş kısmında meraklıydım!
Unuttuğum bir şey vardı ne kadar çok istersem evlendikten
sonra onları ödeme yükü benim olacaktı.
Nişanlımı nasıl bulduğum ve evlendiğimle ilgili dedikodular,
ne iş yaptığı ne kadar zengin olduğu ile ilgili söylentiler dönüp duruyordu. Benim
ise;evlenmek zorunda kaldığım için evlendiğim. Zorunda olmasam bu evliliği yapmayacağım. Nerede
gezdiği belli olmayan bir kızın nereli olduğu belli olmayan bir genç ile
evlenmesi gerektiğine karar verilmişti. Dedikodu meclislerinde akıl almayacak
cümleler kullanılıyordu. Ne yazık ki insanlar kınadıklarını yaşamadan
ölmeyeceklerinin farkında değillerdi, dillerine sahip olamıyorlardı.
Ben ise çok umutluydum. Haziran ayında, üniversite sınavına girecek,
okula yerleşirsem, evliliği erteleyecek, hiç çıkar yol bulamazsam, İstanbul da
alelade bir okul kazanıp okurum diye düşünüyordum.
Burada bunu yapmamın mümkünatı yoktu! Evlenince var mıydı?
Aslına bakarsanız, yaşadıklarım çokta fena değilmi . Dünyada
bunca acı yaşanırken ben ne yaşamışım ki? Kendi kendime sormadan edemiyorum…
Zamanın ilacı dedikleri bu olsa gerek! Yaşam, uğraşma, çaba
gösterme ve dürüstlükten ayrılmama…
O muhteşem gün gelene kadar yaptıklarımızla ev bambaşka olmuştu.
Gökyüzüne benzeyen tavanlarımız, pırıl pırıl bir mutfağımız olmuştu. Maviş ninem
biz bütün evi baştan aşağı yenileyene kadar, bahçeyi en ince ayrıntısına kadar temizlemişti.
Yirmi nisan günü aile arasında bir sözlenme olacaktı. Siyah kumaş pantolon,
beyaz gömlek, kırmızı süveter almıştım.
Biz aile arasında bir söz demiştik. Cemo bey yüzük getirecek
işte onun ailesi benim ailem sözlenecektik. Resmi görüşme için adım atma töreni
diye düşünmüştüm.
Tabi her iki tarafta kalabalık benim ailem; o gün neredeyse otuz
kişiydi. Onun ailesi ise 10 kişi falan gelmişti. Heyecanlıydım yemekler hazırlandı,
planlar yapıldı. İsteme yapılacak sonrasında yüzük takılacaktı.
Erkekler, evin koltuk olmayan, kapıdan girdiğinde sağ
tarafta duvar dibinde devasa vitrinli, bizim divanlı oda diye tabir ettiğimiz
odada oturmuşlar, kadınlar iki çekyatlı salonda oturmuşlardı. Haremlik selamlık
yapılmış. İstanbul misafirlerine önce masada yemek ikram edilmişti.
O güne dair, Cemo’nun eniştesinin bir anekdotu var. U şeklinde
odada hazır yastıklara dayanıp bağdaş kurarak oturmuşlar. Babam bir tarafında –
Allahtan gelmiş- dedem bir tarafında oturuyorlar. Sıra kız istemeye geliyor, enişte;
Allahın emri, peygamberin kavliyle diye başlıyor, cümle bitiyor babamdan ses
yok, sonra tekrar ediyor yine ses yok! Şaşırıyor, sonra dönüyor dedeme, tekrar
ediyor cümleyi, hemen dedem,’ Hayırlısıyla olsun.’ diyor.
Enişte salona haber salıyor ve başlıyor bizim resmi görüşme
için adım atma töreni…
Enişte meğerse herhalde adettendir büyüklerden isteniyor
diyor. Ama babam duymamışta ondan cevap vermemiş. Tilkiler kuyruklarını
kaybetmişse artık orasını bilemem! Şimdi alay eder benle ‘Dedenden aldık seni,
adam öldü ki nasıl iade edelim? Geri dönmek yok ha!’ der. Muhatabın burada
enişte yorma kendini derim bende!
O güne dair dedemle, annemle, ailemle tek kare fotoğrafım
yok. Cemo ailesiyle çekilenlerin hepsi duruyor. Onlar kendi fotoğraf makineleriyle
bizde kendi makinemizle fotoğraf çektik. O zamanlar çekip bakamıyorsun. Poz sayın
bitince gidip fotoğrafçıya fotoğrafları yıkatıyorsun. Yani ne çıkarsa bahtına!
Benim bahtım ne karaymış, bütün filmler yandı, çıkan tek tük
fotoğraf ise karanlık! Işığı arkana alırsan olacağı budur!
Kim vardı kim yoktu hatırlayamıyorum, ama anneannemin
olmadığı aklımda ama neden yoktu diye bir türlü bir sebep bulamadım.
Kesinlikle kimse İstanbuldan biriyle evlenmemi istemiyordu. Fakat
bu kız başımıza bela olacak gitsin adamı uğraşsın diyende çoktu. Aslında istanbula
gitmem gözlerini korkutuyordu. Acaba içlerinden ‘İstanbul’u yakar bu kız,
başımıza iç açar mı?’ diyorlardı.
Kocaman bir nişan töreni oldu. Ben ilkokul talebesi gibi
ortalıkta dolaşırken, yüzük tepsisini taşıyan akrabamız ve arkadaşım, gelin
gibi süzülüyordu. Acayip şıktı ve alımlıydı. Ben yanda örülmüş, altına atılmış
saçlar ve üniformamla bir öğrenci gibi yüzüğü parmağıma takıyordum.
2o Nisan 2003 tarihinde resmen nişanlandım. Evlilik daha çok
erkendi. Üniversite okuyacaktım. Gerekirse üniversiteyi; İstanbul da evlenerek
okuyacaktım. Ama öncelik okuldu ve bu sadece Cemo ile rahat görüşebilmemiz
adına; adı konulmuş bir ilişkiydi…
Daha önce, yazmadan çok yoğun duygusal anlar yaşar ve yaşadığım
olaylara yoğunlaşırdım. O günleri tıpkı yeniden yaşıyormuş gibi zihnimde
canlandırır ve hikâyeme uygun kelimeler seçerdim. Zihnimin çöplüğünde ya da
sözlüğünde bulunan en uygun kelimelerle kendime bir cümle kurar ve bu cümlenin
üzerine yazımı yazardım.
Şimdilerde ise o anı hatırlamak beni duygusal açıdan
yormuyor, bunun yanında ise yazma eylemi fiziki açıdan yorucu olmayan bir
gereklilik gibi geliyor. Dikkatimi toplayabildiğim ve fırsat bulup canımın
istediği her an yazabiliyorum.
Artık yazdıklarımın saçmalığı değil, gerçekliğini, insanlara
‘Sen yalnız değilsin.’ diyebilmek için yazıyorum. Mutsuz muyum? Hayır ama
çelişkilerle birlikte tanımayan ama beni araştıran insanların okuyor olabilme
ihtimali bazen yüz kızartıcı hissettirebiliyor.
Hala, ‘Yazıyorum.’ derken çekiniyorum. ‘Evdeyim işte! Yıllarca
yapmak istediğim mesleği yapıyorum.’ deyip aradan sıyrılıyorum. Ama yaptıklarımı
anlayacak birini bulduğum zaman, yakasını bırakmıyorum.
Son zamanlarda konuşacak o kadar çok şey yapıyorum ki;
anlatacak ve anlayacak inan konusunda sıkıntı yaşamaya başladığımı fark ettim.
Vazgeçtim. Anlatmak artık yorucu geliyor. İnsanlara ne
yaptığını anlatmak yorulmaktan daha öteye geçmiyor. Zihinlerindeki boşluk
gözlerine yansıyınca; herhalde beynimdeki
nöronlarımla snapslar ilişkilerini kesiyordur.
Ama yazınca belki ilişkileri yeniden başlayabilir! Peki, neler
oluyor? Bunları biraz zihnimin odalarına yerleştirmek adına yazayım.
Öncelikle yılın başında bir tiyatro oyunu yazma yarışmasına
katıldım. Kadın teması üzerine yapılan yarışmaya annemi olmasını istediğim
kadın gibi yazdım. Umarım muvaffak olurum. Olmasam da bunu başarmış olmam ve
kendi hemcinslerimden bu konuda destek görmüş olmam bana yetiyor.
Köydeki hayatımızı ve babamın durumlarını bir standarda
bağlama ve geleceği güvence altına almak için kardeşlerim arasında bir adım
attık. Beni en mutlu eden şey bu oldu. Onlara bu dünya uğruna kaybedebileceğim
hiçbir şey olmadığını anlatabildiğim ve onlarla olan bağlarımın tüm somut
kavramların önünde olduğunu söyleyebildiğim için çok mutluyum.
Oturduğum sitede bir sivil insiyatif, komşuluk değerleri,
insani ilişkiler ve yaşam değerleri üzerine bir toplantı düzenledim. Aslında yapılan
aidat zamları sonrası hareketlenen sakinlerin haklarını isterken etkin bir
iletişim dili kullanmaları, sadece maddi kısmı ile değil diğer kısımları ile de
ilgilenmeleri konusunda onları bilgilendirmeye çalıştım.
Tek sıkıntım adam gibi bir konferans salonu bulmaktı. Malesef
bizim köyde olsa en kötü okulda ya da kahvede toplanırsın ama emniyet,
kaymakamlık, muhtarlık, ilçe milli
eğitim okul müdürü derken toplantı güvenlik sebebiyle, okul konferans salonunda
yapılamadı.
Saati elli lira ve içecekler ekstra olarak bir kafenin bahçe
kısmını kapattım. İnsanlara sadece yol gösterecek, bilgi ve deneyim sahibi
insanların etkin bir şekilde anlatmalarını sağladım. Toplantı çok güzel geçti. Hiç
sorun yoktu. Fevkalade insanlar ile tanıştım.
Ama ‘Hem muhalifsin hem sivil insiyatif diyorsun, işin Silivri
de bitmesin!’ diye dalga geçenler bile oldu. Güldüm geçtim.
İkinci çekirdeğim kreşe başladı. İçimde bir boşluk ki
sormayın. Dikiş mi diksem, yazımı yazsam, evimi temizlesem, yemek mi yapsam
bilemiyorum. Bugün kalktım işkembe yaptım. Durum vahim!
Kendime mektup arkadaşı buldum. Başlangıç aşamasında olsam da
devam edeceğini umduğum ve bana uzun süredir dolma kalemi elime almadığımı
hatırlatan alelade yazabileceğim bir arkadaş, başlangıç motive etti cevap
gelirse daha iyi olacak.
Yaklaşık onbeş gündür ağır bir gribal enfeksiyon
geçiriyorum. Burnum ve alt kısmı Herpesin işgalınden yeni kurtuldu, öksürük ise
altıma kaçırana kadar devam ediyor.Tabi sarma nikotin epey ağır, yorum yok!
Eeee işte böyle, şimdi; ne istersiniz? Gelecek mi, yakın
geçmiş mi, geçmiş gitmiş mi? Okudum anladım demekte yeter.
‘DALLARIN
KOKUYORSA ; KÖKÜN KOKUYORDUR, KÖKÜN KOKUYORSA DALLARIN KOKUYORDUR.’
Bu söz benim için yazılmış gibi… Soylu ve eğitimli kusursuz
bir aileden gelmek en azından bizim gibi köylü kesimden mümkün değil. Soyluların
zengin olduklarını ve iyi eğitim aldıklarını düşünürsek, köylü kesim ne kadar
milletin efendisi diye adlandırılsa da insanların gözünde alelade bir kesim
olarak kalmaya mahkûm!
Ben ve ailemde yıllarca babamın yaptıklarını taşıyacağız. Bunlar
bizim karşımıza resmi kurumlarda muhakkak çıkacak ve çocuklarımız bunun yükünü
her zaman hissedecekler.
Sadece babam değil, ben kendi gençlik hatalarımı da bu şekilde
görüyorum. Bu utanmak değil, gerçekleri
görmek ve kabul etmek!
Kendimden ve ailemden utanıyor muyum? Asla!
Yaşadıklarımız ne kadar acı ve utanç verici olsa da ben
bunda utanılacak bir şey göremiyorum. Kader dediğin bu değil. Yaşadığım kadarı
böyle hissediyorum.
Bana verdiği öğütler ve öğretiler bana yeter. Bundan bir
ders çıkarmak yerine bilincimi daha farklı bir şekilde geliştirmeyi çok
isterdim. Bunun mümkün olmadığını görünce kabullenmek yerine elimdeki imkânlarla
kendimi geliştirmek bana yetti.
Ne olursa olsun o benim babam! Bunu değiştirmem mümkün değil.
Ve asla mümkün olmayacak. Yıllar geçse de, soyadım değişse de, bambaşka bir
şehirde bambaşka bir hayat peşinde olsam da hiçbir şey değişmeyecek. En azından
babam olduğu gerçeğini değiştirmem mümkün değil.
Yaşadıklarımın arkasında en çok beni yaralayan insanların
düşünceleri ve eylemleri idi. Ve en yakınından gelen darbeler babamdan daha çok
beni yaraladı.
O kişilik bozukluğu olan bir hastaydı ve maalesef annesi
onun kıskanıldığını ve kötü niyetli insanlar tarafından, bozguna uğratılmak
için efsunlandığını düşünüyordu.
Yıllar sonra babamın hastalığı meydana çıkmadan önce bunun
bir huy olduğunu düşünmüş ve çıkmaz bir yolda hissetmiştik. Annem beni
inanılmaz iftiralardan korkar bir şekilde aramıştı. Ona ne kadar kötü olursa
olsun benim annem olduğunu, babam için yaptığımız şeylerin milyon katını yapsak
ta hakkını ödeyemeyeceğimizi söylemiştim.
Büyük erkek kardeşim sayesinde onu doktora götürdük ve
teşhis konulduğunda; artık yaşadıklarımızın bir ismi olduğunu düşünmeye
başlamıştım.
Bu adam hastaydı ve bunu yapıyordu. Ailesinin tek hatası onu
y kromozomu sayesinde şımartılmış bir çocuk olarak büyütmeleri ve ne yazık ki
genlerini ona geçirmiş olmaları idi.
Bizim ise; sığındığımız bir liman inşa edilmişti.
Köklerimizin neden koktuğunu anlamıştık. Dallar olarak bunun
sebebini bulmak ve düzeltmek için; çare olduğunu anlamak, en azından daha az
hasar almak için bir yol bulmuş olmak, define bulan bir fakirden farksız
değildi.
İnsan; anne ve babasını, hayatından tamamen çıkartabilir mi?
Yaşadığı kötü anıları unutabilir mi? En azından benim için unutmak pek mümkün
görünmüyor. Lakin kabullenerek direnmeyi tercih edebilirsiniz. Yani ben bunu
yapmışım yıllardır, şimdi öyle düşünüyorum.
Direnme kısmım sadece yaşadıklarımı hazmetme ve kabullenerek
devam etmek onlara karşı değil! Tüm yaşadıklarımın içerisinde payı olan herkes
için geçerli.
Üzerinden yıllar geçti. Yetişkin bir kadın, anne, eş oldum. Ailemiz
genişledi. Tek temennim; bu yaşadıklarımı, diğer aile fertlerimin çocukları,
kadınları kızları yaşamasın. Farkındalıklarını arttırıp, kelimelerin
oluşturduğu cümlelerin dilden çıkınca ne kadar acı verdiğinin farkında olmaları…
İstemeye gelecekleri için, yıllar önce büyük erkek
kardeşimin sünnet düğünün de düzenlenen ve tadilat yapılan evimizin, tekrar
elden geçirilmesine karar verdik. Evimizin tavanında duvar kağıtları kaplıydı. O
dönem her şeyin en kalitelisini düşünen babam, çok iyi bir yöntemle ve pahalı
bir fiyata bu işlemi yaptırmıştı.
Yıllar içerisinde tavan akmış, yeryer kağıt çatlakları ve
yırtıklar oluşmuştu. Yenilemek için, duvar kağıdı almamız ve yapmamız gerekiyordu.
Lambalar berbat, mutfak dolapları eskimişti ama buna ayıracak paramız yoktu en
azından tavanı düzenlesek ev daha düzgün görünebilirdi.
Büyük erkek kardeşimle ilçeye gittik, bulamadık. başka bir
ilçede hem yapıştırıcı hem duvar kağıdı bulduk. Masmavi, bulutlara benzeyen bir
dokusu olan bir kağıt beğendim. Uyandığımızda gökyüzüne bakar gibi
hissedebilecektik.
Tüm evi sıra ile odalardan başlayarak hem boyadık hemde
tavan kağıtlarını yeniledik. Bu konuda annem çok yardımcı idi. Erkek kardeşim,
bir işi ve evi olduğu için il’e gitmişti. Tüm ev sırtımızda geçti. Duvarları badana
yaptık. Her yeri düzenledik. Mutfağı daha iyi hale getirdik.
Elektrik prizleri berbat halde idi, tavan lambaları da öyle;
annem babamı bunun yaptırması için sıkıştırdı. Çünkü elimizde malımız
ineklerimiz olmasına rağmen babamın bu işi kendi başına yapması için kendi
kardeşi dahil herkes baskı yapıyordu.
Babam tabiî ki bu işi halletti ama yaptırdığı işin parasını
ödeyerek yapsaydı daha düzgün olabilirdi. eve bir televizyon dolabı ve sehpa
takımı aldım. Çalışmam ve sabit gelirimin olması burada çok işime yaramıştı. Ayrıca
ilçeye süt götürüyordum. Annem peynir yapıp pazarda satıyor, bahçede yetişenleri
de satıyordu.
Evi daha iyi hale getirebilmiştik. Aslında o ev bizim
yaşadıklarımızı yansıtıyordu. Bir insanın eviyle ve çocuklarıyla nasıl
ilgilenmediğinin göstergesiydi. Tavan kağıtlarındaki yırtıklar duvarda
yamadığım çatlaklar ise benim yaralarımdı. Hepsini yamadım.
20 Nisan günü beni isteyecekler ve aile arasında bir nişan takılacaktı.
tüm hazırlıklar; hemen hemen tamamdı. O günü beklerken birkaç eksiği daha tamamladık.
En önemlisi mutfak masamız yoktu ve açılır kapanır bir masa almamız
gerekiyordu. Bu insanları yerde oturtamazdık. Şimdiki aklım olsa yerde oturdum.
Güzel bir yer sofrasında birlik ve beraberliğin nasıl olduğunu görebilme
şansına sahip olurlardı.
Acaba o siyah günlerden beyaz günlere geldim mi? Çıktım mı
sahiden? Boğulmaktan kurtuldum mu ve nefes almaya mı çalışıyorum?
Bilmiyorum.
Geçmişin izleri hala yüreğimde dururken, yaşamaya devam
etmek zor! Onları zihinde yerleştirme, hatıralara acımasızca davranmak gibi
geliyor. Kimileri kader diyor.
Kaderin bu kadarının içine edesim geliyor. Öyle derinden
sancılar geliyor ki göğsüme nefes alamıyorum. Tıpkı o dışında kaya gibi duran
kız gibi…
İçinde eriyen karlarını kimseye göstermek istemeyen buz dağı
gibi…
Saf, cahil ve
kurtulmak için her yolu denemek isteyen ama aslının kurtuluşa gidiş olmadığında
ne yapacağını bilmeyen o yeşil gözlü, sarı saçlı on dokuz yaşındaki kız gibi…
Her satırını yazmak isteyip de gözyaşlarımla siliyorum. Dünyada
bir tek acı çeken ben miyim diyerek hafifletiyorum acımı…
Her acının kendince gözyaşı ve sızısı var. Bu sızı öyle
tarif edilebilecek bir sızı değil! kendine has, kendine özgü ve tir tir
titretiyor yüreğimi…
En ufak bir sohbette bile birileri kendi hayatlarından bir
şey paylaştığında yaram kanıyor. Başkalarının acıları bile yaramı kanatmaya
yetiyor.
Bir türlü ağlamadan işleyemiyorum bu satırları…
Tıpkı hislerimi yazarken, şu anda yaptığım gibi.
Bitmedi!
O günü çok iyi hatırlıyorum. Doktor bey muayenehaneye gelip
hastalardan sonra gitmişti. Bir Pazartesi günüydü, merdivenleri yıkamıştım. Muayene
odasının camlarını silmiştim. Camları silerken durmadan sessiz telefonlar
geliyordu. Birileri benim içeri girip çıkmamdan zevk alıyordu.
Öğleden sonra teyzemlerin arkadaşı, benim o kişiyle evlenmem
için ön ayak olan beyefendi geldi. Hasta geldiğini düşünerek kapıyı açtım. Karşımda
gördüğümde şaşırmadım. Çok sempatik bir adamdı.
Bekleme odasındaki sedirde oturdu, televizyonun karşısındaki
sandalyede ben oturuyordum. Hal hatır ettik. Teyzemlerden dolayı benim ailemi
de tanıyordu.
Anlatmaya başladı. Evden, kendimin döşeyeceği bir evden,
arabadan, fabrikada sigortalı bir işten, ailenin malvarlığından bahsediyordu. Ben
sadece dinliyordum. Çünkü kafam karmakarışıktı. Hem korkuyor, hem seviyordum. Cemali
tanıyor biliyordum ama beni kendisine layık gören kişi ile henüz görüşmemiştik.
Yeni biri ile yeniden bir ilişki içerisinde olmak gözümü korkutuyordu.
Sadece dinliyordum…
Beyefendi durdu ve şöyle dedi.’Babanın yaptıklarını
düşünüyorsan, onları görmezlikten geliriz , merak etme.’ O anda beynimde
şimşekler çaktı. Konuşmaya başladım.
‘Hiçbir şeyle ilgisi yok, beğenmedim ve bana uygun
gördüğünüz kişi ile evlenmek istemiyorum.’dedim. Açıklamak istedi ama ben işim
olduğunu söyleyerek onu gönderdim.
Gittikten sonra; sedire kendimi atıp hüngür hüngür ağladım. Benim
babam ne yapmıştı? Kimseye bir zarar vermemişti, zararı bizeydi ve bu kimseyi
ilgilendiren bir konu değildi! Hiç kimse ben yardım istemediğim müddetçe bana yardım
edemez ve yargılayamazdı, bu kimsenin haddine değildi! o benim babamdı. Demek
ki; evlensem bunlar karşıma çıkacaktı. Babamın yaptığı her yanlış, bir kusur
gibi ya da bir suç gibi suratıma çarpılacak, benim davranışlarımı uygun
bulmadıklarında zaten bunun babasında hayır yok deyip yüzüme vuracaklardı. Kafalarında
davranışların ve istenilenlerin gerçek olabileceği düşüncesi oluşmayacaktı.
O akşam eve gittiğimde yine ağladım. Annemde Cemallerin
nasıl bir aile olduklarından İstanbul da güvende olmayacağımdan korkuyordu. Bu olayı
anneme evlendikten sonra anlattım. O gün ona ‘ korkma anne, ben ayaklarımın
üzerinde dururum, eğer dediğin gibi olursa boşanırım, sen bana güven! Cemalle
evlenmek istiyorum dedim.
Annem hüzünlü gözlerle bana bakıyordu…
Önce ben gidip görmeliydim. O nerede yaşıyor ne yapıyor
bilmeliydim ama bir türlü, kaçıp- gidip, görüp- gelme dörtlüsünü ayarlayamadım.
Akrabamız olan, şuan köy muhtarlığı yapan eniştemden bunu rica ettim,
adreslerini verdim.
Eniştem hali vakti
yerinde çalışkan bir adamdı, nedense beni geri çevirmedi. O da ne kadar kaygılı
olduğumun farkındaydı. Ailemde o kadar insan varken, babam başkaları için her
yolu denerken, asla benim için bunu yapmadı. Bu iş; dedemin kız kardeşinin
damadına kaldı.
Sağ olsun yine köyden bir komşumuzla evlerine gitmiş,
kayınvalidem ve çocukluğundan beri Cemal’e ve ailesine sahip çıkan, onları
babalarının emaneti gibi gören biricik Hatice Teyzemin eşi, rahmetli Edip amca
ile sohbet etmişlerdi.
Edip amcaya ‘Biz buraya bu çocuğu araştırmaya geldik.’ diye
sormuşlar, oturup kahve içmişlerdi. Edip Amca Cemal’in küçük yaşta babasız
kaldığını ve kötülük görmediğini söylemişti Enişte bunları bana söylerken İstanbul’un
göbeğinde oturduklarını ama evlerinin çok küçük olduğunu söylemiş, bu semtte
evler böyle oluyormuş diye eklemişti.
Benim içime sinmiyordu. O zamanlar böyle internet yaygın
değil, sorup araştırma gidip gelme çok yok, zaten parada yok!
Bir Cumartesi gecesi aileme arkadaşımda kalacağımı söyleyip
ama arkadaşıma söylemeden, istanbul’a gece yolculuğu yaptım. Pazar sabahı Cemo
beni otogardan aldı kahvaltıya gittik. beyaz kartal bir araç ile gelmişti. Kahvaltı
sonrası evlerine gittik. Kayınvalidemi ilk kez o zaman gördüm.
Evet, ev çok küçüktü, iki artı bire çevrilmiş, bir artı bir daire,
65 metrekare! Kayınvalidem meşhur etli sarmasını yapmıştı. Yemeği yedik, Cemal ile
biraz gezdik. Ne kadar çok sıkışık olduğunu düşünmüştüm. Neredeyse hepsinin
adının huzur olduğu apartmanları gördükçe; insanları huzuru isimde aradıklarını
düşünmüştüm. O gece otobüsle gece yolculuğu yaptım ve sabah muayenehaneye gittim.
Bu yolculuğu ailem ile ve gönül rahatlığıyla yapmayı çok isterdim. Onsekiz
yaşında iyi cesaret!
Şimdi ailelerin tanışma zamanı gelmişti. Önce onlar gelecek
ve isteme faslı olacak,daha sonra söz takılıp rahat görüşecektik.
Bu isteme, tanışma faslı için geldiklerinde; büyük erkek
kardeşim, bir arkadaşının evinde kalıp o gün kapıdan alelade tanışmış olmak
için girip geri dönmüş, babam ise biraz vakit geçirip benim ‘Karacabey’de işim
var gitmeliyim!’ deyip gitmişti.
Dedem ninem annem ben Cemal ve kayınvalidem tüm gün vakit
geçirip akşamüzeri onları yolcu etmiştik. Hepsi birbirine ısınmıştı.
Dedem ve ninem beni sevdiğine verme konusunda hemfikirdi. Tabi
annem abimin önüne geçip evlendiğim için abimin çok sıkkın olduğunu söyleyip
orada bulunmamış olmasını açıklamaya çalışıyordu. Ben ise içimden; onun yanımda
olmasını ne kadar isteyip istemediğimi sorguluyor ve anlamaya çalışıyordum.
Sadece bununla kalsa iyi abisinin önüne geçip evlenen kız
olarak adım artık azmış tekeye çıkabilirdi, tabi bir tek o kalmıştı!
Cemal Malatyalı, Kürt;’Ne olduklarını bilmiyoruz, bu kızı
bilmediğimiz yere vermeyelim.’ diyenler çok oldu. Evleneceğimi abimin bana
öncelik verdiğini duyup istemeye gelenlerde oldu.
Annemin kardeşleri bu evliliği onaylamıyorlardı. Uzağa evlenmemi
istemiyorlar ve bütün zorlukları anlatıyorlardı. Söyledikleri her şeyi
gerçekten yaşadım. Bizim ailede destekleme sistemi vardır. Yok, olana var olan
destek verir. Herkes birbirinin ayıbını örter, her şekilde yanında olur
destekler. Uzakta olursam bunları yapamayacaklarını söylüyorlardı.
‘Görmeyiz, sıkıntı çekersen destek olamayız, uzak yer hasta
olursun gelemeyiz.’ diyorlar ve gitmemem için seninle konuşmayız gibi masumane
tehtitler savuruyorlardı.
Bunu söyleyen kişi ilk benim evime gelen anne tarafı
akrabamdır. Büyük lokma ye, büyük konuşma kardeşim!
Teyzelerimden en büyüğü bana hayırlı bir nasip bulmuştu. Tabi
tanışma faslı oldu ama ben hala kuşku içerisindeyim. Kürtleri; çok eşli ve
kuyruklu öğrenmişiz ya! Kuma olmaktan ve kuyruklu çocuk doğurmaktan korkuyorum.
Kuyruklu Kürt sözünün anlamını bilenler ne dediğimi anlayacaklar.
Neyse bu hayırlı eş adayı ile Pazar yerinde bir gün birbirimizi
görüp beğendik. Zatıâlileri beni beğendi, onay verdi,’Bu kız olur.’ dedi. Tesadüfe
bak onunda babası yok, annesiyle yaşıyor.
Vaatler; ev, kendi zevkimle döşeyeceğim bir ev,kendimize ait
olan bir ev, fabrikada iş, paralı bir hayat. Herkesin gözünün, önünde dizinin dibinde
bir hayat!
Tabi ben korkuyorum ve kararsızım. Sanırım bizim bu işi
ayarlamaya çalışan çocuğun akrabası teyzemlerin arkadaşı adam baktı ki; benden
ses çıkmıyor, bir gün muayenehaneye geldi.
Vaatleri tek tek sıraladı. Bilezikler, altınlar, evler,
arabalar, konforlu bir hayat!
Ama ben o gün Cemal ile kesinlikle evlenmem gerektiğine
karar verdim!
Siz hiç insanların size acıyan gözlerle baktığını ama hoyrat gözlerle ve sözlerle bunu daha acımasız hale getirdiğine şahit oldunuz mu?
Ben oldum. Hem de birçok kez bu duyguyu yaşadım. Hem süt satarken, hem kırmızı ojelerimle ve şiş gözlerimle süt toplarken, hem evlenirken hem de hayatımın birçok zamanında bu duyguyu yaşadım.
Muayenehaneye başladığımda, çalıştığım insanlar tarafından ise bu duyguyu hiç yaşamadım. Doktor bey sakin ve sessiz bir insandı. Eşi dünya tatlısı ve bana şu an bile birçok şeyde aklıma gelip davranışlarını özümsediğim bir insandı.
Doktor bey sadece aletleri yıkamayı geciktirdiğimde ve bilgisayarını kurcaladığımı anladığında kızardı. Haklıydı ama bende çok meraklıydım. O dönemler internet tt netten ağ bağlantısı yapılıyordu haliyle bu da telefon faturasına yansıyordu.
Merak işte benim en bariz özelliklerimden biri!
Muayeneye çok hasta gelmezdi. Nadir tek tük hastalar gelirdi. Bazen işitme testleri için yoğunluk olurdu zaten doktor bey her şeyi yapar bende onu asiste ederdim. Merak duygumu muayene esnasında doyururdum. Birçok kez endovizyon aletiyle kulağıma ve boğazıma baktım. Çok severdim, ben yapabiliyor muyum diye? Sonraları hem merakım gitti hem de steril etmesi zor geliyor diye bıraktım.
Hayatımın en aç dönemlerini burada geçirdim. Hem fiziksel hem ruhsal açıdan çok açtım. Sessiz bir yerdi. İlk başlarda neredeyse her gün yıkadığım merdivenleri haftada bire bazen ayda ikiye düşürüyordum.
Küçük odada sobayı yakıp, sedire; kendime atar öğlene kadar uyurdum. Öğlen bazen doktor gelmezdi. Hasta olmayınca bende ufak tefek işleri yapıp tekrar uyurdum.
Otuz yedi ekran televizyonda iki kez Yedi Tepe İstanbul dizisini izledim. Hayatımda gördüğüm en iyi oyuncular ve en iyi diziydi. Yaseminin Penceresi diye bir program vardı. Ayşe Tükrükçü o zaman nasıl devlete ait bir geneleve düştüğünü ve çıkmak için nasıl mücadele verdiğini anlatıyordu. O zamanları resmen ezbere biliyordum. Bir insanı toplumun bu hale nasıl getirebildiğine şaşırıyordum.
Hemcinslerimin bu tip kadınlara bakış açısını hayretler içinde izliyordum. Yasemin Bozkurt tarafından hazırlanan, sunuculuğunu yaptığı programda, bu kadının hayata duruşu beni çok etkiliyordu. İşte bu sabah programlarının en reyting kaygısı gütmeyen, en dürüstün atası bu programdır. Şimdilerde AYŞE TÜKRÜKÇÜ taksimde bir ev yemekleri restoranı işletiyor. Hatta bir dönem bizim kliniğe bile geldi.
Köyden iki dilim ekmek, bir yumurta getirip pişirme becerisini akıl edemiyordum. Belkide yoktu, ne bileyim? Cahillik işte.
Maaşı alınca doktor beyin her zaman söylediği kaşarlı kuşbaşılı pideyi kendime ısmarlar ve üstüne fanta içerdim. Çok zor günler geçmedi. En güzeli ise yazları avukat hanımın kullanılmayan odasını kullandığım dönemdi. İşte orada şiirler yazar, notlar alır, kitap okurdum. Kışın örgü, uyku, televizyon yazın ise; kitap ve yazı işleriyle uğraşırdım.
İkisi de iyi insanlardı ama avukat hanımı daha çok severdim. Benim başladığımda bir yaşlarında olan bir oğlan çocukları vardı. Bayılırdım. Çocuk çok zekiydi ve şuan İstanbul erkek lisesinde okuyarak ne kadar zeki olduğunu ve benim tahmin ettiğimin doğru olduğunu gösterdi.
Avukat hanım; hâkimlik sınavına gireceği için ders çalışması gerekiyordu. Bakıcı aramışlar bulamamışlardı. Bir dönem evlerinde çocuklarına baktım. Aslında muayenehaneden daha rahattım ve hasta olunca evde dinlenebiliyordum ama çocuklarına bakma konusunda kendimi beceriksiz hissediyordum. Belkide gençlik; bilemiyor insan.
Çok erken evlerine gelmek zorunda kalıyordum. Köyden daha geç saatte otobüs yoktu. Onlar daha uyanmadan ben onlarda oluyordum ve çok çekiniyordum. Birde karnım çok acıkıyordu. Bıraksalar dünyayı yerdim ama çekiniyordum.
Avukat hanımdan kabak çorbası yapmayı öğrendim. Senden hiçbir şey istemiyoruz sadece oğlumuzla ilgilen diyorlardı ama işte ben her şeyi yapmak istiyordum.
Bir sabah erkenden geldim. Oğulları uyanmıştı. Avukat hanım yorgundu biraz yatmak istedi. Bizde oğluyla yatakta oynuyoruz. Nasıl olduysa çocuk düştü ve gözünün kenarı çekyata çarptı. Hafif morluk ve kızarıklık oldu. Bir şey olmamıştı ama içim içimi yiyordu o gün öğleden sonra onu göz doktoruna götürdüler.Doktor Bey’in ve avukat hanımın oğullarının gözünde herhangi
bir problem çıkmamıştı. O gün ben ütü yaparken eve gelmişlerdi, sonra beni köye
bıraktılar. Birkaç gün sonra doktor bey bana muayene hanede çalışmak isteyip
istemediğimi sordu. Bende muayenehanede çalışmamın daha iyi olacağını söyledim.
Sanki oğulları benim kendimi aciz hissettiğimi anlamıştı ve
bu olay olmuştu. Üç ay kadar evlerinde çalıştım. Ama avukat hanım henüz sınava
girmeden ayrıldım. Bir daha bu konu hiç konuşulmadı.
İçim içime sığmıyordu. Hayatıma yeni biri girmişti. Önceleri
gençlik ateşiydi, sonraları sanırım kararsız bir kaçış planına döndü.
Cemal ile ilk kez Çanakkale de buluştuk. Tanışma hikayemizi
hayatımın dizisi projesinin somut halinde yer alacak. Bu tirajı komik tanışma
hikayesini buradan uzatmak istemiyorum.
Yıllarca insanlar internetten tanıştığımızı düşündü, hatta
annem bir kere eğer böyle bir şey yaptıysam hakkını helal etmeyeceğini bile
söyledi. Sadece söyleme zamanı yanlıştı. Çünkü ben artık evliydim.
Her ay düzenli olarak kar kış demeden ilçeye geliyordu ve
buluşuyorduk. Pazar günleri süt götürme bahanesiyle garip analar parkında yada
araçla geldiyse başka bir yerde buluşuyorduk.
Evliliğe giden bir ilişki olmadığını düşünüyordum. Cemal ben
artık böyle gizli kaçak buluşmak istemiyorum diyene kadar!
Öyleydi böyleydi derken. Evlenmek istemiyorum, okumalıyım ve
iş sahibi olmalıyım diyordum. Cemal ise ben artık gelip bu şekilde buluşmak
istemiyorum, evlenme ekte en azında resmi bir birlikteliğimiz olsun ve rahat
görüşebilelim restini çekene kadar.
Evlenme teklifi aynen böyle olmuştu. Önce rahat görüşebilmek
için nişanlandık, e artık rahat edemiyormuşuz demek ki dört ay sonra evlendik
Ama o nişan ve düğün süreci öyle uzundu ki, yıllar geçmiş
gibi geliyor.
Önce isteme faslı olmalıydı. Tabi bende aileme
söylemeliydim. Bu kısmı hatırlamıyorum. Nasıl söyledim bilmiyorum ama
söyledikten sonraki süreç çok sancılı geçmişti.
Annemi düşünüyordum. Bu kadar acıya nasıl dayanıyordu? Bazen
de bana destek olmadığı okula için, kaçmama mani olduğunu düşünüyor ve
kızıyordum. Sebep aradığımda kısacak bir sürü neden buluyordum.
Muayene hanenin sobasını yakarsam, merdivenleri temizlersem
dünya benim oluyordu. Ver elini uyku zamanı. Üst katı; termik santralin
işçilerinin toplu kaldığı bir daireydi ve kış aylarında inanılmaz pislik
oluyordu.
Merdivenleri yıkamak kış aylarında zor geliyordu. Yaz ayları
avukat hanımın odasında püfür püfür geçerken kış ayları soba başında ve sedirde
kıvrılarak geçiyordu.
Muayenehaneye başlamadan önce bir aşk sayfasını kapatmıştım.
Onsuz geçen her günümü satır satır işlediğim ve hediye ettiğim defterimi ondan
alarak ve ateşe atıp yakarak sonlandırdım.
Ben okula gidememe, para kazanma derdine düştükçe adım
kirlenmişti. İşte insanlar bu noktada bir insana ne kadar acı verebileceklerini
kestiremiyorlar.
Babam sicilimi lekelemişti. Böyle bir babadan hayırlı bir
evlat çıkmazdı. Dışarıdan bakıldığında; motorsiklet tepesinde süt satan, sigara
içen ve türbanlı olmayan, hayırsız bir babanın kızıydım.
Ben onlara göre kadın olacak bir kız değildim. bir sürü
derdimin arasında, kendisine vakit ayırmadığımdan şikayetçi olan zat-ı
muhtereme ‘Kendine vakit ayıracak birini bul !’diye rest çekmiştim.
Sonradan her şeyin değişeceğini umsam da, değişmediğini
gördükçe sızım artıyordu. ‘Sensiz gecen her gün bu şehirde, cam kırıntıları
üzerinde yürüyorum.’ dediğim insandan ayrılmıştım.
Varlığım yoktu, hiçliğim hiç olmayacaktı!
Onun, mutaassıp, namusunu başörtüsünün altına saklamış ailesine
göre; ben namussuzdum. Namus kavramını aslında sol göğsünün üstündeki ile
kafasının içindeki arasında bir bağ geliştirebilen
insanlardan değillerdi. Ben ise; fazla fevri ve dediğim dedik mücadele ruhunu
öldürmeye hiç niyetli olmayan biriydim.
O defterleri yaktım. Tüm sevgimi, gençliğimi yaktım. Artık tırnaklarının
ojesiyle gezen, saçlarına özen gösteren biri değildim. Motosikletle süt satmaya
gitmekten ellerim nasır tutmuş ve kollarım kalınlaşmıştı.
Muayenehanede çalışmaya başladıktan sonra sanki biraz daha toparlamıştım.
Az kazanıyordum ama kazanıyordum. Yetiyordu. En azından aylık bir kazancım
vardı. Bazen fabrikaya işe girmek istiyordum. En azında sigortam ödenir diye
düşünüyordum. Ama bu işi becerecek beni işe koyabilecek bir akrabaya sahip
değildim.
Bu kırık hikayenin ardından, yepyeni bir sayfa açtım Cemo
ya!