29-30 Ağustos köydeki düğün , 31 Ağustos İstanbul da nikahmış.Ne fark eder, günler akıp gidiyor işte.Fabrika ayarlarını bozduğum adamla 12 yıldır evliyim.
Bir daha ki baskıda düzeltirim…
Gezi olayları sırasında Çetin Altan'ın bir yazısını okumuştum. Eskiden, insanların dünyanın bir ucunda olmuş bir olayın haberini ister yazılı olsun, ister farklı bir şekilde olsun haberdar olmaları için bir kaç günün geçmesi gerektiğinden bahsediyordu. Şimdi ise iyi ya da kötü olaylardan anından haberdar olabilmemizin hem yarar hem zararlarından bahsediyordu.
Bir bakıma doğru! Dört gündür köydeyiz. Düğün dernek eş dost ziyaret derken zaten görsel medyayı TV ile takip etmeyen biri olarak haliyle gündemden kopuğum. Sosyal medyaya girmek her şeyi öğrenmek için yeterli değil. Herkes bir yerden tutuyor meseleyi. Üzülenler, ağıt yakanlar, kahraman kesilenler, sosyal medyada şikâyetlerini dile getirenler.
Durum bu!
Yine, yeniden şehit haberleriyle sarsılmış bir sosyal medya var. Yaşam devam ediyor. Kimileri doğuyor, kimileri ise hayatın yolunda ilerliyor... Hayat yine devam ediyor.
Tıpkı Afyon da koskoca mühimmat deposunun patlaması ve sonrasında devam etmesi gibi...
Her şeyin daha iyi ya da kötüye gideceğini bize zaman gösterecek. Bunları zamana bırakırken ise yaşadıklarımızı biz yaşamayıp asıl kahramanları biz olmadığımız için unutmaya mahkumuz.Mahkumiyetimiz; biz unutmaya devam ettikçe edecek.
Olanları gözden geçirirsek;
Seçim sonuçları açıklanır açıklanmaz, ‘Hadi koalisyon kursunlar da görelim' diyen bir zihniyetin neye hâkim olduğunu az çok anlamalısınız. Görsel medyada durmadan, koalisyon hükümetlerinin, kavgalarından, siyasi ve ekonomik zararlarından bahsetmeleri boşuna değil.
Böyle düşünüyorum. Zaten bu siyasi gücü, sosyal medyada vatan, millet, hür irade diyerek, Elele nidalarıyla sağlamadılar mı? Peki, biz el ele yaşarken, siz neyi paylaşamıyorsunuz?
Biz milli irade isek; kardeşim sen iyisin tamamda, eksiklerin var. Bu eksiklerini düzelt. Senin eksiklerin bunlar. El birlik içinde bunun üstesinden gelin. Kürt komşumla, alevi arkadaşımla anlaşıyorum. Benim sorunum yok. Ben gibi düşünmeyenlere bunu anlamak ve özgür iradeyi desteklemek için bunu yapmalısın. Demedik mi?
Biz milletçe kardeşçe yaşayıp gidiyoruz... Sizin paylaşmadığınız ne? Ben söyleyeyim. Benim vatanım, haklarım, yaşam standartlarım, işim ve aşım...
Sizin paylaşamadığınız benim, benim gibi düşünenlerin emeği ve ekmeği...
Şimdi siz erken seçime giden yolunuzda, döktüğünüz kanları nasıl ödeyecekseniz ödeyin? Bu yolda beraber yürümeyi bile beceremediğiniz için hiç vermediğim desteğimi yine vermeyeceğim.
Kim ne yaparsa yapsın ben vermediğim 4 partiye desteği yine vermeyeceğim. Aklı olanda bunlar bir şey becermiyorlar deyip vermesin. Madem hür idare sensin idare etme! Seni bizsiz bir şey olmaz, her şeyi biz biliriz’e sürüklüyorlara inanma! ‘Peki, ne olacak?’ Deme. Ne bileceksin ki altının üstünden iyi olmayacağını?
Bir cumartesi mesaisini de sağ salim , hiçbir hastadan dayak yemeyerek bitirdim.gülüyorum ağlanacak halime!
Bu yazıyı okuduğunuz saatlerde ben ya yolda kitabımı okuyor, Cemoya çemkiriyor olurum. Ya da köyde bacak bacak üstüne atmış kahvemi içiyor olacağım. Bunlara ninemle sohbeti ve bol öpüşmeyi de ekleyebilirsiniz. Allah hayırlı yolculuk versin.
Yine bir yıllık izin, kapitalist sisteme para yedirme, ana baba dede nine görme, el öpme, yeşile doyma tatilinin yazısına hoş geldiniz.
Heyecanlıyım, içimde de koca bir taş var yine… Neden bilmiyorum. Çok az bir süre önce gitmiş olmama rağmen bence o 20 gün neredeyse birkaç aya tekabül ediyor. Zihin özledikçe süreyi uzatıyor.
Ben yeşile doyayım yeter. Bana göre; en güzel tatil köyü bizim köy… Ama Cemocum tatilin keyfini; kapitalist sisteme yıllık gelirimizin bir aylığını harcayarak sürmeyi planlıyor. Ben her gün gözleme açacağım, börek yapacağım diye yalandan söz versem de bana kanmayacak. Bir süre köyde bir süre sisteme parayı kaptırarak geçecek.
Bana göre hava hoş, denize girmeyi sevmem oturduğum yerden kitap okumakta ayrıca zevk verecek. El işlerini yapamıyorum. Cemo kızıyor. Ama size bir şey söyleyeyim lütfen her şey dâhil tatile de gitseniz tabağınıza yiyeceğiniz kadar yemek koyup, yemeğiniz bittikten sonra bir zahmet tabağınızı kendiniz kaldırın. Ne olursa olsun evde yaptığını yapmaya devam et. Sonra gelince sudan çıkmış balığa dönersin.
İşin şakası bir yana ben hem o tatillere verilen paraya, hem de hiçbir şey görmemiş gibi dolan tabaklara, atılan yiyeceklere sanki evde hiçbir şey yapmıyormuş gibi göbek kaşıyan beyefendi ve hanımefendilere acayip kıl oluyorum. Evinde hizmetçin bile olsa kendi totonu kendin topla kardeşim.
Birde bir not ekleyeyim. Cemo bugün için izin almamda ısrarcıydı. Çünkü kendisi kurumsal bir firmada çalışıyor. Normal olan iş günü iznini kullanıyor, artistliğini yapıyordu.
Yok, efendim bavullar çokmuş nasıl yükleyecekmiş, beraber İDO iskelesine gitmek daha iyi olurmuş. Ne varmış bir günden, ne olurmuş birkaç saat den? Anlamıyor. Arkadaş izinli, Cumartesi bilmem kaç sünnet, bilmem kaç kafa karışıklı oluyor. Anlamıyor…Bazen deveye daha kolay hendek atlatabileceğimi düşünüyorum.
Yemekte ben nasıl taşırım bu kadar eşyayı deyince, annem;’ Ben yardım ederim, sıkıştırma kızı dedi. ‘Yaşasın kayınvalideler, yaşasın feminen hareketi sağlayan akıllı gelinler diyorum ve konuyu kapatıyorum. Cemocum sana da iyi kapak oldu bence…
Sayın Gacet ve Örtger'e kafalarını dinleyecekleri bir on beş gün bırakıyorum.Tavır yok, stres yok, gıcık bir sekrete hasta var diye şıkıştırmıyor. Oh ne rahat !
Hayırlısıyla gidip gelelim bakalım, yine kaldığımız yerden devam ederiz. Aşağıda göreceğiniz foto ise yerime gelen arkadaş için hazırladığım bir liste, tatile gitmek yerine başkasını bırakmak kolay değil.
Gidip gelmemek, gelip bir yığın işle karşılaşmak var.
Düşündüm de ; lise arkadaşlarımı özellikle erkekleri ikiye bölerek haksızlık ediyorum. Gerçekten aile terbiyesi görmüş, insan saygısı gören nice arkadaşlar vardı. Kız arkadaşlardan ise kendini her şeye sahip zanneden erkeklere sesini çıkartabilecek cesaretliler ve yüz vermeyen akıllılar vardı.Benim dikkatimi çeken ufak ayrıntılar. Ufak içi gıcıklayıcı ayrıntılar diyelim.Haldun hoca, yaz aylarında, bahçede resim dersi yapardı. Nasıl zevk verirdi. Hep bir ağacım olurdu, yarısı yeşil yarısı kuru. Bence o ağaç; hayatı temsil ederdi. Origami ile arkadaşlar harika eseler çıkartırdı. Ben ağaçlara devam… Kış aylarında 17.18. yüzyıl eserlerini ve ressamlarını tepegözle anlatırdı. En çok sevdiğim Davinci’nin elleriydi onu da çizmiştim. Benzemese de çizmiştim. Ayrıca Davinci miydi? hatırlamıyorum başka bir ressamda olabilir.Edebiyat hocası okuyup özetlememiz için bir özet defteri aldırmıştı. En az on özet çıkarmıştım hiçbir kitabı okumadan. Bir önceki dönemin öğrencilerinden özet defterleri miras kalmış olan arkadaşlara, çok yanaşırdık. Ümit Yaşar hastasıydım. Acılar Denizini defalarca okumuş şiirlerini hatmetmiştim.Kalbime hapsettim. Yıllar sonra acılar denizinde boğulup, martılara sesleneceğimi bilmiyordum. Necip Fazıl’ın Beklenen şiirine yeni sonlar yazmıştım. Şiirlerin içinde ben vardım, hayallerim ve dileklerim vardı.Kompozisyon kâğıdına isim soy isim yazdıktan sonra öğretmenin ‘Sakla samanı gelir zamanına uyan bir kompozisyon yazınız.’ Dediğinde, aklıma; dedemlerin saman damına saman doldurdukları sıcak yaz günlerinden başka bir şey gelmiyordu.Günlüklere, defterlere her yere yazılar yazılıyordu da , iş derse gelince uykum geliyordu.Kimyacı,Cahide hocayı çok severdim. Benim, sayısal zekâsı yüksek kardeşimin, nasıl bu kadar alakasız bir kardeşi olabilir diye çok sorardı.’ Ben ona fiziksel olarak da benzemiyorum zaten !’derdim. ‘Ben sarışınım o esmer ben kimseye benzemiyorum aileden’ derdim.Biyolojici, Nesibe hoca bana o kadar biyoloji dersi anlattırdı ama bir kere bile oksijen diyemedim mesela, O2 der geçerdim. Çok sabırlı kadındı vesselam…Ramazan hoca; toplam sembolünü çok iyi anlatmıştı. Geometri ile fiziği geçin. Hiçbir halt anlamadım. Bazen aklıma geliyor da aklıma mantığı zor kavratabiliyorum.Aslında bu işin pratiğini kavratsalardı örneklerle gösterselerdi anlayabilirdim. h yüksekliği bilmem ne özgül ağırlığı başka bir yöntem yok muydu diyemiyorum. Çünkü bende sanırım gelişmemiş nöronlar vardı.Bedrettin hoca az takla attırmaya çalışmamıştı. Hala atamıyorum.Geçenlerde denerken boynum kopacak sandım. O zamanda gövde olarak fena değildim. Tek kusuru kulağında küpesi, ağzında sakızı ile kötü örnek olmasıydı. İnsan bir türlü ciddiye alamıyordu. Adamın işi ciddi değildi ki ya…iki takla bir ısınma zaten. Çok gülüyordu kesin bizim hareketlere…Halt olamama yolunda ilerlerken, kaçıncı sınıfta olduğumu bile bilmeyen babam okula geliyor, kardeşim okulda nöbetçi, sınıfa gelip soruyorlar, Semra okulda değil. Geziyorum tabiî ki!Gencim ders yok bi şey yok! Bu işleri gizli yapabilenlerden olamadım. Gezdik görmeyen kalmadı. Tüttürdük duymayan kalmadı.Şimdilerde saçımı zor tararken, bir zamanlar vücuduma birkaç parfüm sıkardım. Köyden, kuaför arkadaşım her hafta sonu saçlarıma fön çekerdi. Eteğimin pilileri bozulmasın diye her akşam ütüleyip dikerdim. Gençlikmiş yahu! Şimdi tırnaklarımı zor kesiyorum.Şu an belli yerlere gelmiş arkadaşlarım var. Hayat hepimizi bir yerlere, savurdu. Ama benim lise yıllarımda kazandığım ve hayat boyu kapısını çalabileceğim iki arkadaşım var. Kaldığım yerden devam edebileceğiniz, sanki hiçbir şey değişmemiş gibi devam edebileceğiniz iki güzel insan….Sıra arkadaşım Senem; kaderdaşım, yoldaşım, hemcinsim, en önemlisi bıraktığın yerde eskisi gibi kalan…Ve Yasemin; ben geldim Yasemin dediğimde, hoş geldin deyip kahveyi koyacak. Hadi bir fal bak diyecek. Yıllarca telefonla, yüz yüze görüşmesek de kaldığım yerden sohbete devam edeceğim biricik dostum.Bütün arkadaşlarım belli bir yerlerdeler. Çalışıp hak ettiler. Ben sistemin istediğini yapmadım. Çok kitap okudum da, sistemin istediği gibi okuyup bir baltaya sap olamadım.Okulu kazandım. Edirne sınır, kız kısmı okuyacak da ne olacak dediler. Madem okumuyorum evleneyim bari deyip, torbasını büzemediğim elalemin dilinden çıkanlara rağmen, Malatyalı Cemo ile telli duvaklı ama ağlamaklı bir düğünle evlendim.Şimdi siz karar verin mutlu son mu? Yoksa mutsuz mu? Bundan sonrası okul hayatı diye bir şey yok. Bol patinaj çekilen bir hayat var…Her gün diğerine eklenen, başrollerini benim oynadığım bir hayat…Okul yazı dizisi bitti. Belki başlar bir dizi daha! Ne dersiniz?
Biricik fillerimizin bizi nasıl yönlendirdiği, medyanın al bak böyle diye gözümüze sokup içimize işlettiği, sosyal medyadaki paylaşımlardan belli oluyor.
Bizim filler bir laf atıyorlar ortaya karıncalar rızık derdin de! Ya okusak biraz anlasak biraz da akıl süzgecinden geçirip yorumlasak çok iyi olacak.
Bizim filler bakın ne vaatler vermişler. Ayrıntılı inceleyin...
OKUYUP İNCELEYİN VE YAZIYA DEVAM EDİN.
Önce ekonomi; bimem kime ne kadar maaş vereceklerinden, indirimli mazotlardan, asgari geçim yükseltilmesinden bahsedilmiş. Baş fil zaten olaya direk gayri milli hâsıladan, cari açıktan, sanayiden bahsederek hadi oradan demiş. Bunlar çok burnu büyükler.
Çözüm süreci: hepsi temel hak ve hürriyetlerden bahsetmiş. Ama yine kendi helvam ve unum diyor.
Başkanlık sistemi: herkes kendi kıvamında karşı çıkmış. İşlerine ne gelirse cinsinden vaatler...
Eğitim: hepsi yeni baştan diyor. Burnu büyük baş fil, herkese eşit eğitim hakkı falan diye zırvalamış. Yeni baştan kuracakları sistemi övmeye indeksli vaatler. Kimse kendini yenileyebilen bir sistemden bahsetmiyor.
Bak şimdi ülkemin insanı dedi ki; hadi hepsini bir sisteme oturtun beni mağdur etmeyin. Doğruyu yanlışı ayırt edin.
Ne paylaşamıyorlar peki? Bence kendi çıkarlarını paylaşamıyorlar. Yoksa genel olarak anlaşamayacakları bir konu yok. Sadece ben ben diyen iki zihniyet dışında.
Tabiî ki yazdıklarım, genişletilebilir. Halk diyor valla biz yaşayıp gidiyoruz. Sizin derdiniz ne?
Eee bak şimdi ne oluyor? Ekmek peşinde olan, kendinden büyük rızkını taşıyan karıncalar eziliyor.
Sonuç; filler tepişiyor…
Eskiler, birileri evlendiğinde ‘Dünya evine girmek.’diye bir deyim kullanırlardı. Evet doğru dünya evine girmiş oluyorsun.
Ananın evinde sıcacık yatağından sıcacık eve uyanırken evin ısınmasını düşünmüyorsun. Ama dünya evine girdiğinde o dereceden sen sorumlusun bu iki taraf için geçerli ama tabi katıksız odun olup erkekliğine dem vurmayan bireylere iki çift laf yerine taşı gediğine oturtmayı çok isterdim.
Ananın evinde kahvaltı, öğle yemeği, akşam yemeği hazır oluyor. Dünya evine girdiğinde; ana sen olduğun için diğer bireyde anasız kaldığı için sabah, öğle , akşam yemeğini sen düşünüyorsun.
Ananın evinde kapı cam temizliği, dip tırnak mutfak temizliği diye bir şey düşünmüyorsun. Zaten diğer birey hiç görmemiş mutfak tezgâhına çorabını koyabilecek kıvamda bir yaratık olacak kadar görmemiş birey oluyor. Dünya evine girdiğinde, dünyalılardan kendi cinslerin en çok bu ayrıntılara kafa yorduğu için sen de yorucu bir dünya sisteminde mecbur hissediyorsun.
Ananın evinde, giyim kuşamına evlenecek kız gözüyle kendin bakarken, karşı cins hazıra konmaya alışıyor. Haliyle o dünya evine girdiğinde, yine sistemin seninle aynı cinsleri, karşı cinsin ütüsüz kıyafetleri senin suçunmuş gibi görüyor.
Ananın evinde yani benim anamın evinde çiçek sulamak diye bir şey eğlenceli ve serinletici bir şey iken, dünya evine girdiğinde, karşı cins sadece balkondaki kendi limon ağacını sulayabiliyor. Ona söyleyin o limon ağacını bir gün balkondan atacağım.
Ananın evinden dünya evine girdiğinde; hemcinslerin karşı cinslerin ezikliğini anlamıyor. Üstüne birde karşı cinsleri koruyorlar.
Dünya evine giriyorsun yavrucum, o dünyalıya dünya kadar iş yapıyorsun. Birde demez mi benim anamda yapıyordu sen gibi çene çalmıyordu. Al sana bir dünya derdi daha !!! Sen o kadar yaparsın, kıymet vermesin. Yok efendim o çamaşır makinesini o uyurken çalıştırmayacakmışsın da, süpürge rahatsız ediyormuş da… Kalk kardeşim kalk sabah erkenden uyan bana bir kahvaltı hazırla değil mi?
Ananın evinde yaptığın yemek hakkında hep iyi yorumlar alırken dünya evinde yaşadığım bireyin, anasının yaptığı yemekleri, anası yemek yapmayı unuttuğu halde bir türlü beceremezsin!Dünya kadar yemek yaparsın dünyayı yer ardından iki yumurtayı illa kırar.
Ananın evinden dünya evine girdiğinde aslında dünyanın kaç bucak olduğunu görüyorsun yavrum. Sen kadınsın, kardeşin erkek sen ele güne karışacaksın, erkek el getirecek. Sen dünya evine girip kaç bucak olduğunu göreceksin o karşı cins; dünyayı bucak bucak yattığı yerden yiyecek.
Feministlik mi dediniz? Ne çıkar iki işin ucundan tutsa? En sevdiği gömlek ve pantolon kalmadı ev paspas doldu balkonun yerleri silinmekten harap oldu.
Uzmanlar, 2015 yılının başlarında bas bas bağırdırlar. Altın çok fena düşecek diye…2015 yılının altın yılı olmayacağını, yatırımcılarını üzeceğini ilan ettiler. Bilmem ne finans şirketi öngörülerini düşürdü. Herkes eldekini çıkarmaya baktı. Dönemin, bankalarda altın mevduat hesaplarının yaygınlaşmasına denk gelmesi çarşaf çarşaf reklamların yapılması tesadüf değil.
2015 yılının ortalarına doğru altın gram fiyatı uçtu en yüksek fiyata tırmandı, şu an da 96-97 seviyelerinde…
Ninem üç kuruş parası olsa altına yatırır. En iyi yatırım aracı derdi. Hiçbir zaman kaybetmezsin derdi. Kızım üç kuruşu kenara altın olarak koy diye de tembihlerdi.
Uzmanlar; bilmem kaç yıldır yumurtanın kolesterole kötü etkisinden bahsediyorlar. Bu yıl gene araştırdılar. bir baktılar ki yumurta kolesterole zararlı değilmiş. Allah Allah nasıl yani diye soramıyoruz da tabi uzmanların kim olduğunu nasıl muhatap olacağını da bilmediğimiz için. Tabi bunu kuş gribi ile aynı dönemde olduğunun da çok büyük bir tesadüf olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Ninem hindi de beslerdi. Tavuklarımız da vardı. Her tavuğun yumurtasını tanır. bak bununkiyle börek yaparız bunu yiyelim derdi. Hiç olmazsa tavuğu, yediğini, tavuğun horozunu bilirdik. Şimdi kim kime dumduma bir sistemden gelen ne idüğü belirsiz şeyleri afiyetle yiyoruz.
Ne yapalım mecburuz. Ama ninem derdi ki hiç olmazsa bizim ne olduğunu bilip yiyoruz. O satın alınan tavuklar, yumurtalar yenmez derdi. Komşuların tavuklarını bile ayırırdı onlar hazır yem veriyorlar diye.
Uzmanlar; günümüzde hayvanların biyolojik açıdan her anlamda zarar gördüklerini, yapay döllenmenin ırka zarar verdiğinin ve gelecekte yapay döllenmenin daha da zor olacağını söylüyorlar. Tabi bir zamanlar biyolojik yarar diye naklediyorlardı.
Ninem, veterinerler dölleme için hayvanlara geldiklerinde, ‘ Ah kızım bunlar insanları da önce kısır hale getirip, başlarına çorap örecekler .’diyordu. Ekliyordu ‘Hayvanların da doğasını bozuyorlar.’
Uzmanlar bas bas bağırıyorlar; kendi tohumunuzu üretin. Tohumdan tohum elde edin, kendi gıdanızı kendiniz üretin. ‘Sahte, bir daha kendisini üretmeyen tohumlardan uzak durun.’diye ekliyorlar
Ninem, sofrada bir karpuz kesildiğinde, tadı iyi ise çekirdeğini ayırırdı. Domatesler ve salatalıklar, diğer sebzeler için de geçerliydi. Her yer yaz geldiğinde, her yer tohum olurdu. Fideye geldiğinde konu komşuya verilirdi. Çiçeklerde öyle… Bir dal kırılır beğenen komşuya budak verilmiş olunurdu.
Geçenlerde bir yere gittik belediye çiçek bahçesi yapmış satış yapıyor. Görevliye 'Bir budak verir misiniz?' dedim vermedi. Garipsedi birde. Halbuki o küpe çiçeğinde gözüm kaldı. demek ki İstanbul da işler bizim köydeki gibi yürümüyor.
Şimdi sadede gelecek olursak; ninemin hiçbir sosyal medya hesabı yok. Okuma yazmayı hacca gideceğim diye ben ve kardeşimden öğrendi. Biliyor ama takvim yaprakları kitapları hala bize okutur. İyi masal anlatır, eskileri hiç unutmaz. Ama ne uzmanı diyelim hayat uzmanı mı?
Koca karılar deyip geçmeyin bildikleri bir şey olmadan boş konuşmazlar. Bence uzmanlar istatistiklere, genel geçer bakıyorlar. Bugün söylediklerini yarın inkar da edebilir , tersini de söyleyebilir.
Valla ninemin söyledikleri hiç değişmiyor.
Bu arada ninem seksenli yaşlarında , artık bahçeye inemiyor ama genel ihtiyaçlarını az biraz becerebiliyor. Elemterefiş kem gözlere şiş, maşallah deyin .Dua edin evimizin en eski toprağı uzun yıllar bizimle geçirsin .
Annemi diz ağrısı için doktora götürüyorum. 75 yaşında randevu almaması gerektiği halde beklemeyelim diye randevu alıyorum.. 8.30 randevusu olmasına rağmen 8.00 da gidiyoruz. 8.30 ‘da kimse gelmeyince hemşire arkadaşla bir çay içmek istiyoruz. Kayıt görevlisine soruyorum. ‘9:00dan önce gelmezler’ diyor. Kafe de çay içip geliyoruz. Saat 8.45 annem okuma yazma bilmediği için sırasının yandığını görmüyor. Tamam, hallederiz diyorum. Dokuz randevusu olan kadın ‘ Ben sıramı vermem’ diyor. Randevunuz dokuz da diyorum.’Orada benim ismim yazıyor, benim hakkım’. Diyor. Sonraki, sonraki, sonrakide aynı şeyleri söylüyor. Dışarıda tartıştığımı gören doktor;-Ben bu insanlık dışı diye isyan ediyorum ve kimse farkında değil mi? diye haykırıyorum.- bizi içeriye alıyor ve annem muayene oluyor..
Yürüyorum Aksaray yokuşunu iniyorum. Kulağımda kulaklık ve Neşet baba yalan dünya söylüyor. Az ötede yaşlı bir adam, genç adama bir şeyler soruyor, adam ne bileyim işareti yapıp omuzlarını silkeliyor. Kulaklığı çıkartıp ‘Ne oldu amca ?’diyorum. Kızım ‘Haseki Hastanesi nerede? ‘ diye soruyor.50 metre aşağısı, tarif ediyorum istersen götüreyim diyorum. Teşekkür ediyor gidiyor.
Köye gitmişim, içme suyu almaya gitmişiz. Çeşmede bidonları dolduruyoruz. Facebook’tan arkadaş okuldan değil bizim oralı arkadaş ama ne aynı sınıfta okumuşuz, ne de konuşmuşuz. Adı Sündüz, selam veriyor nasılsın Semra diyor? Şaşırıyorum. Aslında bir zamanlar selam verip hal hatır sorardım ama insanların tavrından kafa sallayıp geçer hale gelmişim.
Tanımadığım insanların çok olduğu ve ilk kez tanışma fırsatı elde ettiğim kalabalık bir ortamdayım. Hepsi hemcinsim. İkisi aralarında fısıldaşıyor. Şaka yapıyorum, konuşmayın diyorum ama amaç sohbet kapısı açmak. Tepki gösteriyorlar. Beş on dakika sonra, gözlüklerimle, duruşumla dalga geçiyor biri, diğeri ise kahkahayı patlatıyor. Sesimi çıkartmıyorum, yerimi değiştiriyorum.
Okulun son günü, kızım hazırlanmış, öğretmene karaoke yapacakmış. Ses sistemini götürmek istiyor. Hayırlarımla onun hayırları savaşıyor. Öğretmeni arıyoruz, getirsin diyor. Ben yine hayır diyorum. Kavga gürültü ben galip geliyorum götürmüyor. Bu çocuk her şeye burnunu sokuyor, her şeyi kendi isteğine göre yapmak istiyor. Annelik dürtüsü, ne bileyim işte, ne dürtüyorsa beni… Sınıfın ses sitemi bozuluyor. Akşam eve gelen annenin canına okunuyor.
Lisedeyim, o zamanlar sinemalar yeni açılmış anne babadan bunun için izin istemek tuhaf. Analar babalar da tuhaf her ne hikmetse! Titanic yeni çıkmış, ooo ne güzel bir aşk filmi, bir öğleden sonra edebiyat dersi var. Dilek hocaya, arkadaşım Birsen ile gidiyoruz, anlatıyoruz, izin veriyor ama kaçak sayılacaksınız diyor. Olsun biz vicdanı rahatlattık. Gidiyoruz iki kişi olduğu için film oynatılmıyor, az müşteri, gündüz saati olduğu için. Bizde kafeye gidiyoruz…
Annem dizlerim ağrıyor diyor. Sen yaşlandın diyorum ondan. Evet, gerçek yaşlılık diz ağrısı yapıyor ama annem yaşlılığını kabul etmiyor ki! Bende onun yaşamda aktif olmasına yardım ediyorum. Bamyaları, vişneleri ve akla gelebilecek yemek öncesi işlemleri ona bırakıyorum. Anne bu nasıl olur, nasıl yapalım sorularıyla aktif olmasını sağlıyorum. Kendimce, bildiğimce…
Dondurma yemeye gidiyoruz. Kızım ip atlayarak gitmek istiyor. Benim için sorun yok. Dikkat etmesini yoldan geçerken atlamamasını söylüyorum. Tamam diyor. Biraz ilerliyor boş alanda atlamaya çalışıyor. Tam beceremiyor. Baba bağırıyor ‘ sen çocuk musun? Kocaman oldun, ne ip atlıyorsun, düzgün dur.’bakıyorum boş boş, baba dondurma yiyince kendine geliyor.
Parktayız , kızımı sallıyorum. 'Anne uçur beni.'diyor. Down sendromlu 10 yaşlarında bir çocuk , babası elinden tutmuş parka getirmiş. Park sakinlerinin gözü üstünde, herkes çocuğa ve babaya bakıyor. Baba belli rahatsız , ben anlıyorum. çocuk huysuzlandı. Acıyan gözler ve ne bu diye soran boş zihinler. Baba da rahatsız oluyor. Çocuğun elinden sıkıca tutup geri dönüyor. Yanından bir adam geçiyor.Yere tükürüyor. Baba dik dik bakıyor, park sakinlerinin umrunda değil.
Hasta gelmiş kayıt açıyorum. Adam hamile karısını muayeneye getirmiş. Tartışıyorlar. Senin yüzünden bu parayı veriyoruz diyor adam. Hastaneye gidin diyorum para vermezsiniz, az kaldı randevularını bile alacağım. Güvence yok, kadın ev temizliği yapmış sancısı olmuş. Doğru dursaydın diyor. La havle çekiyorum.
Klinik kalabalık, hepsi siyahî hasta, bekleme salonunda bekliyorlar. Kapıdan Ermeni bir kadın giriyor. Tansiyon ölçtürecek ya da kontrol hatırlamıyorum. Siyahî bir genç ona yer veriyor. Kadın ‘ Bu pisliklerde her yeri pislettiler, her yeri doldurdular açlarla ‘ diyor. Kendisine yapılmayanı başkasına yapıyor. Hâlbuki ikisi de azınlık ama kimsenin azınlıkları ezmeye hakkı yok.
Yaşlı bir amca gelmiş, çok hastayım muayene olacağım diyor. Kayıt açıyorum fena görünüyor. 100 lira veriyor. Bekle diyorum, bir çorba içeyim çok acıktım diyor. Elimden gelse muayene parasını almayacak, çorbayı kliniğe getirteceğim. Gitmekte ısrar ediyor. Tamam diyorum. Çünkü doktorun iki hastası daha var. Gidiyor gelmiyor. Meğer para sahte, olan gariban sekretere oluyor.
Liseyi bitirmişim, yeni mezun işsiz, 2001 krizi, memlekette iş, para yok. Fabrika işçi çıkartıyor. Belediye başkanına gidiyorum. Çalışmak istiyorum, zor durumdayım diyorum. Üniversiteye gidememişim. Hep bir stres ortam kavgalı, insanlar ön yargılı. Ne yapayım diyor fabrikaya dilekçe ver. Ben 3 kere verdim. Gel evimi temizle dese gideceğim onu bekliyorum. Bir şekilde boş teselli ile çıkıyorum kapıdan, arkama bakmadan… Hâlbuki tanıdığı bol olan, okumayan, ihtiyacı olmayan arkadaşlar belli yerlerde çalışıyor.
Evleneceğim, herkes bir âlem… İstanbul’a evleniyorum hem de memleketlim olmayan biriyle. Herkes ayrı konuşuyor, eşimin Kürtlüğünden benim dulluğumdan bahsediyor. Sanki dulmuşum da Kürt ile evleniyormuşum. Kendi stresim kendime, birde insanlar ile imkânsızlıklar. Her şey üst üste bir şey diyemiyorsun. Bir hatan olsa, başına bir şey gelse biz demiştik diyecek akbaba dolu, kimse stresini paylaşmıyor. Evleniyorum.
Evlenmişim, iş bulmuşum, dedem hasta, her şey karışık. Karnım burnumda. Dedemi hastanede ziyaret edip işe geliyor, çalışıyor, akşam ziyaret edip eve gidiyorum. Bir gün mesai bitimi sonrası kapıdan çıkarken patron arkamdan koşuyor.’Semra yapabileceğimiz bir şey var mı?’yok diyorum. Ama kendimi daha güçlü hissediyorum. 3 gün sonrada erken doğum yapıyorum.
Kızım 3 aylık bebek, işe başlıyorum. Caminin içinden geçip anneme bırakıyorum. Geçerken bir hemcinsim arabasını park etmeye çalışıyor. Kucağımda bebeğimle beni görünce, ne yapacağını şaşırıyor, geri çekilip yolunu açıyorum. Teşekkür ederim diyor. Dua edin oda böyle iyi düşünceli olsun, teşekkür etmeyi öğrensin diyorum. Herkes yoluna gidiyor.
Eve gidiyorum, yağmur yağmaya başlıyor. Şemsiyeyi açıyorum. Siyahi bir kadın muhtemelen Ugandalı şemsiyesi yok, gel diyorum altına gir. Giriyor, gideceği otele bırakıyorum. Az yolum değişmiş ne olacak? Teşekkür ediyor. Yoluma devam ediyorum.
Şimdi söyleyin, hangisi sizsiniz?
Hastanede sıra bekleyen, yolda adres soran, anne, öğretmen, gelin, baba, ağzı torba olmayan elalem, patron, politikacı, kadın şoför, yoldan geçen biri, hangisi?
Bu iyilikler, kötülükler, yaşanılanlar, karşılaşılanlar uzar gider…
Ne olursanız olun, karşınızdakinin de sizinde insan olduğunuzu unutmayın!