29 Eylül 2015 Salı

Baştan sıfır pazarlayıcı

Mesleki olgunluğa erişmemiş bireyler, mesleki olgunluğa erişmiş bireylerin, işlerinin ya da yaptıklarının anlamsızlığından yakınıyor.
Mesleki olgunluğa erişmiş kişi kat ettiği yolda yaptığı düzgün işler ve verebildiği hesaplar ya da cevaplar sayesinde düzgün yürümüş. Mesleki olgunluğa erişmemiş birey anlamsız bulduğu işi bile yapmayıp, üstüne mesleki olgunluğu hemencecik kazandığını iddia ediyor.
Kısaca…
Yıllarca aynı işte çalışmış olan kişi her gün aynı işini yeni gelen kişi sorguluyor ve anlamsız buluyor. Ben yıllarca aynı işi yapıp sorumluluğumu almışım ve hesap veremeyeceğim yada açıklayamayacağım bir konu yok.
Ama gerçek sıkıntı yeni işe başlayan kişinin yaptığım işi anlamsız bularak yapmak istememesi, basite indirgemesi üstüne ise yapmadığını maharet sayması, bunu maharet sayarken yıllarca emek vermiş biri olarak
anlamsızlaştırılmış mesleğimin her türlü yapılabileceğinin ifade edilmesi.
Siz değersizleşmiyorsunuz. Değeri ile ederi aynı olan sıfır gibi insanlar, kendilerini pazarlıyorlar.Sizin değeriniz kendinize karşı olan dürüstlüğünüz.
Sıfır gibi insanlar için kendinizi eksilere çekmenizin anlamı yok!
Kolay gelsin iyi çalışmalar…

28 Eylül 2015 Pazartesi

Yandım

Yangın çıkar, yanarsın…İçin için yanarsın. Yangından geriye kalanları ayıklarsın. Körükle gelenleri, yangınını söndürenleri, gözyaşlarını dindirenleri her birini bir kenara koyarsın. Yanarsın…

Önce kendini kurtarmalısın, sonrası geriye, istif istif sıraya koyarsın…olanlar , olmayanlar…senle yananlar senden geriye kalanlar…

Mevlana derki ; Yanmak var, yanmak var. Odun yanınca kül olur, adam yanınca kul olur!
Yandık yandık kul olamadık, kül olduk. Kül olanların kulu olduk.

19 Eylül 2015 Cumartesi

GİDİYORUM

Birkaç özlü söz yazsam dedim. Olmadı. Havalar soğumaya başladı. N’palım yapacak bir şey yok. En iyisi çekip gitmek. Bavulum hazır değil ama kitaplarımı biliyorum, gidiyorum. Herkese iyi bayramlar dilerim büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperim.

İyi dilekler dileyenleri iyi dilekler karşılasın. Hiçbir zaman mükemmel olmak zorunda değilsin unutma! Seni mükemmelliğe zorlayanları hayatından çıkarmak en mantıklısı…


Uykum var, yorgunum ve bitkin…Dinlenebileceğimi hiç zannetmiyorum.Uzun süredir dinlenme ihtiyacı hissediyorum.

16 Eylül 2015 Çarşamba

EX LİBRİS

Ex libris ; özellikle kütüphanelerde kullanılan, kitabın nereye ait olduğunu gösteren etiket yada mühürmüş.
Kitap okur severin en sevmediği şey nedir? Okuması içini kütüphanesinden verdiği kitabın geri iade edilmemesidir. Başkasından iade etmek üzere aldığım ve merak ettiğim kitabı bir an önce okuyup vermek için can atarım. Dış yapısı bozulmasın diye gazete ya da kalıpla kaplarım.
Okuduğum kitabı çok beğendiysem ya yenisi alır veririm ya da aynısından kendim alır bir kez daha okur notlar bırakırım.
İşte Ex libris denilen şey  de kitabı emanet alan kişiyi dürtmek amacıyla kullanılan bir şeymiş. Bende acaba bir kaşe mi yaptırsam bilemedim.
Bu konuda en vukuatlı olan yeğenim kitabımı tam iki sene vermedi. Hem de Momo yu , önce kaybettiğini söyledi, sonra buldum dedi, yine bir türlü iletmedi. Ben bu konuda çok titizim valla gel evden çatalı kaşığı götür ama kitaplarıma dokunma!
Şimdi kitap verdiğim birkaç kişi üstüne alınabilir. Alınmayın ama kitabı getirseniz iyi olur. Ben bu yazıyı hem Exlibris denilen şeyi öğrendiğim için hem de okuyup takip edenlere hangi Ex librisi yaptırayım diye sormak için yazdım.
Sizce hangisi?


Yazdıktan sonra öğrendim. İstanbul da Exlibris derneği varmış. http://www.aed.org.tr/tr/ adresinden ulaşabilirsiniz. Benimki çok basit kalıyor yahu, neyse az yapan candan çok yapan maldan hadi canım yandan…

15 Eylül 2015 Salı

Bardakçılar Dağ Kağlıcası

Yeni evlendiğimizde, Truva biletlerinde Bardakçılar Dağ kaplıcasının fotoğrafları vardı. Cemo fotoğrafları görünce hayran kalmış, ‘Mutlaka buraya gidelim.’ demişti.
Çocukken babam birkaç kez mavi burunlu Bmc kamyonuyla köyden ve teyzelerimin köyünden genci yaşlıyı toplayıp oraya götürürdü. Çocukluğumun en ayrıntılı hatırladığım cümbüşlü geçen anılarından biriydi. Birde ortaokulda hatırladığım kadarıyla okul pikniğinde gitmiştik.
Kaz dağlarının eteğinde, zor kıvrımlı dağ yolundan gidilen bir yerdi. Meydana inilir, tahta köprüden çayın kenarından piknik alanına inilirdi. Ortaokulda gittiğimizde çayın başlangıç yerinde, söğüt ağacının dallarının suya vurduğu yerde piknik yapmıştık.
Daha aşağılarına inildikçe, çamur banyolarının, sıcak su kaynağının başlangıcının yerine giderdik. Kocaman bir kaya ve onun dibinde suyun biriktiği yere atlar serinlerdik. Kadınlar bu akarsuyun dibinde yapağı (yün) yıkarlardı.
Kadınlar kaynağın başındaki yengeçli su birikintilerine bacak ağrıları gitsin diye sokar, çamur banyolarına da girerlerdi.
Sıcak suyun aktığı banyolar ve havuz vardı. Mermerden yapılmış banyo kadınlara ve erkeklere ayrılmıştı. Dedemin annesi koca nine, ninem annem teyzemler ve komşu kadınlar, allah ne verdiyse, evde ne varsa getirirler gülüş cümbüş yemekler yenirdi. Öyle mangal falan yok. Ateş yakılırsa, bahçeden toplanan patlıcan, biber, mısırlar közlenirdi.
Büyük teyzemin getirdiği, keçi peyniri ile balın köy ekmeğine katık ettiğimiz o günü hiç unutmam. Onların köyünden arkadaşlarımda vardı ve biz muhteşem bir gün geçirmiştik. Akarsuyun gittiği, bizim gidebileceğimiz yerlere kadar gitmiş tik. Hem de ayaklarımız soğuk suyun içerisinde serinleye serinleye…
Bundan birkaç yıl önce yine bizim doktorlarla oraya gittik. Yağmurlu bir gündü. Dr.Sonic eşi, Dr. Gacet, Dr Çakmaktaş ve diğerleri ile önce Kaz dağlarına (Ayazma) gittik. Öyle yemek falan düşünmedik. Teyzemin mercimek köfteleri, peynir, ekmek, zeytin ne varsa işte… Manzaranın tadını çıkardık. Dönüşte hep birlikte Bardakçılara uğradık. Hepsi manzaraya hayran kaldı. Asma köprü yapılmış, piknik yeri ve kafeterya yeri birbirinden ayrılmış. Alabalık havuzu kurulmuştu. Kafeteryada oturup çay içtik. Zaten yağmurlu olduğu için gezebilme fırsatımız yoktu. Yine de herkes hayran kalmıştı.
Bu son gidişimizde daha iyi gezme fırsatı buldum. Kazdağı Termal Resort Oteli kurmuşlar. Akarsuyun yönünü değiştirmişler. Yine banyolar ve havuz kısmı duruyor. Otelde havuz ve sauna var. 3 yıldızlı, yarım pansiyon hizmet veriyor. Gayet bakımlı ve şık, önünde 34 plaka araç doluydu. Geceliği iki kişi 250 liraymış.
Kalmayı düşünmediğimiz için, tercihimizi banyolardan yana kullandık. Önce Cemo ve Cimcimeyi alıp çocukluğumun güzel anılarını tazelemek için mesire alanının aşağı taraflarına götürdüm.
Ne yazık ki, o güzelim yerlerin yerini artık insan artıkları kaplıyordu. Sudan aşağılara yürümek mümkün değildi. Pet şişeler, pet tabak artıkları, atılmış alkol şişeleri, kâğıtlar, poşetler ve bilumum çöpler vardı. Daha aşağılara inmek istemediler. Yinede yeşilliğin büyüsüne kapıldılar, suyun içinde gördükleri balıklarla heyecanlandılar. Su azalmıştı, akarsuyu kesen kayanın oluşturduğu su birikintisi, çamur banyoları, kaynağın başı falanda yoktu.
Gelenler oranın ne kadar muhteşem olduğundan bahsediyorlardı. Evet gerçekten muhteşem bir yer ama eskisi gibi değil. Modernleşirken birçok özelliğini kaybetmiş. Modernize olmuş rahat toplumun çöplerinin götürdüğü güzelliği, yapay bir güzelliğe hapsolmuş.
Oradayken yaşadığım hayal kırıklığıyla kalakaldım. Sonra düşündüm. Madem bu kadar işletme kuruluyordu neden işletmeler temizliğinden sorumlu tutulmuyordu? Tutuluyorsa neden denetlenmiyordu? Madem 3 yıldızlı otel yapma izni alındı bu iş sadece parayla mı olmalı? Hadi olmadı benim insanım neden tepkili değil? İnsanlar tepkili olmasa bile hiç mi içi acımıyor işletme sahiplerinin?
Bilemiyorum işte… Doğal güzellikler, bir sürü güzellik ve rahatlık yapılıyor derken bir yandan da tükeniyor. Geleceğimizi kendi ellerimizle tüketiyoruz, tükettiriyoruz…
Boşuna değil Yeşil yola boyun eğmeyenler…

11 Eylül 2015 Cuma

HAYATIMIN DİZİSİ - I


I

Bir yaz günü seherde doğmuşum. Babam Özlem, annem Seher istemiş adımı… Annem; ne babamı ne kendini dinlemiş. Doğuma Dedemle gittiği için dedeme koydurmuş ismimi…
Köydeki hoca Selvet’in kızının adı olmuş adım. Semra, Arapça da esmer kadın anlamına geliyor. Ama ben sarışın yeşil gözlüyüm. Babam Edremit eriği der gözlerime… Ya babam Edremit eriğini sever ya da beni…
Annem akrabamızın, mavi gözlü, beyaz tenli kızını görüyor, çok beğeniyor. Bana hamile ‘böyle güzel , yeşil gözlü , beyaz tenli kızım olsun.’diye geçiriyor içinden …İlk çocuğu erkek, ikinci çocuğunun hangi cinsiyeti olacağını bilmeyen annemin duası kabul olmuş. Anası babası esmer, kardeşi esmer ama sarışın doğan kızıyım.Anamın kabul görmüş duasıyım.
Aralarında 20 ay fark olan iki çocukla annem, ne zor günlerdir kim bilir? Bu günlerden annem hep yardıma ihtiyacı olduğundan bahseder. Hangi doğum yapan kadının yardıma ihtiyacı olmaz ki?
Üçüncü tekil şahıs annemin anılarından, bahislerinden esinlenerek yazıyorum. Birinci tekil şahıs olarak henüz kendimi ifade edemiyorken. Sebepsiz ağlayan, kimseye kendini dokundurmayan bir bebekmişim. Çocukluk arkadaşımın annesinin ‘ Bu bebek aç bizim bebeğin mamalarından biraz yedirelim bakalım.’ demesiyle. Annemin sütü olmadığı anlaşılmış.
Ailenin en masraflı bebeği olarak tarihe yazılmam, babamın aylık şoför maaşının, haftalık mama param kadar olmasıyla başlamış. Huysuz bebeğim çünkü annem diğer yavrusunu bırakıp tarlaya ot biçmeye, saman toplamaya, ekin yerleştirmeye gidebiliyormuş. Bende böyle bir şansı olmadığını, bir gün tarladan geldiğinde, cazgırlığımın bitmediğini gördüğünde anlamış. Nasıl baş etmiş? Bu hep bir soru işareti olarak kalmış.
Şimdilerde söyledikleri demek ki kafan hala aynı, cazgırsın! Bendeki cevap cazgır değil ne istediğimi biliyorum. Annemi istiyordum.
Annem dedemin ona doğumdan sonra getirdiği kelle-paça çorbasının lezzetini hala bulmadığından bahseder. Dedem hayatımızın her alanında var olan kişiydi. Varlığı ile yokluğu belli olmayan kişilerden değil. Var olan bir adamdı. Bebekken bize üzüm yedirirmiş. Kucağına alır sever, dolaştırırmış. Bunları yaptırdığını zihnimde keskinleştirmem için on bir yaşındayken en küçük kardeşimin doğmasını bekledim. Ona da aynı şekilde davrandı.
Diğerleri köy işleri… Büyük baş hayvanlar bağ bahçe işleri ve yaşanmışlıklar. Doğumumdan anı olarak yer eden dedemin kelle paça çorbası, babamın mama parama yetmeyen maaşı… Hikâyemi daha derinleştirip annemden dahasını dinleyebilirim ama anne olduktan sonra hayatın ne denli zor ama geçici olduğunu daha iyi anladım.

Sarışın yeşil gözlü anamın istediği gibi doğdum. Dedemin istediği ismi koydular. Koca bahçeli evimizin ahşap tavanına kancalarla takılı salıncağında tıngır mıngır sallanlarak büyümüşüm…

9 Eylül 2015 Çarşamba

ŞİMDİLİK...

Cumhuriyet sadece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması değildir. Cumhuriyet demokrasidir. Eminim Atatürk de kesinlikle ve sadece din ve devlet işlerinden ayrılması için Cumhuriyeti kurmamıştır.
Baktığımızda sadece bunu düşünmek yersizdir. Biz demokratik bir Cumhuriyette yaşıyorsak, fikir düşünce bakımından hür olmamız gerekir.
Bunu herkes dilediğini söyleyemez gibi bir bakış açısıyla açıklayan yöneticilerimiz vardır. Bu doğru değildir. Herkes dilediğini söyleyemezse bir birlik ve beraberlik olmaz.
Herkesin dilediğinin olması mümkündür. Mümkün değildir demek sadece kendi doğrularını ve bildiklerini dayatmaktır. Bu da Demokratik Cumhuriyette olmaz.
Tabi kamu çıkarı gözetilebilir. Kamu çıkarı kişisel çıkar gibi kullanılmaz. Vatandaşlık ile ırk farklı şeylerdir. Tek bir ırka ait vatandaşlığın söz konusu olduğu devlet olamaz, olmamıştır
.
Yazdıklarım geniş yorumlara dayalıdır. Tek bir sözle düşünmeyin!
Şimdi arkadaşlar, galeyana gelmemizi isterlerken, ne güzel galeyana geliyoruz.
Sen eğer bilmem kime oy verdiniz bu başımıza geldi dersen, diğeri çıkıp sende bilmem kimsin diye seni sorgulama hakkına sahip olur.
Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür sözü bunun için söylenmiştir. Sistem bunu inşa etmek için vardır.
Sen bunları söylerken dağdakinin oyuyla benimki bir mi? Sorusuna getirirsin sözü, halbuki Cumhuriyetler en azından Demokratik Cumhuriyetlerde insanlar her bakımdan hürdür.
Başkasına da sen kimsin ki oyuma müdahale ediyorsun deme hakkını vermiş olursun. Bu da Cumhuriyetçi birine yakışmaz.
Eminim ki Atatürk de Cumhuriyeti kurarken, fikri aklı hür, kendini geliştirmeye açık bireyler yetiştirilmesi, yetişmesi için kurmuştur.
Her gelen kendine göre bir yerden tutturduğu, kendine göre Cumhuriyet ve Demokrasiyi yorumladığı için başımıza bunlar gelmiştir.
Çok rahatlıkla söylüyorum. Ateş düştüğü yeri yakar, yangın çıkarır. Biz buradan ne ahkam kesersek keselim her şeyi yaşayan bilir.
Klavye kahramanlığına soyunmayın. Okuyun, öğrenin, sorgulayın sonra yorumlayın… Başkasından öğrendiğini veya gördüğünü yorumlamadan konuşmak ve yazmak bilgi değil şovdur.

4 Eylül 2015 Cuma

HAYATIMIN DİZİSİ

ÖNSÖZ
Öncelikli olarak söylemek istediklerimi bu sayfaya yazmam gerekli. Daha sonra karışıklığa neden olmaması için, öncelikli kelimelerin oluşturduğu, öncelikli cümleleri yazıyorum.
Akademik geçmişimden bahsetmeli, nereden geldiğimi, kim olduğumu söylemeliyim. Sistemin istediği balta ve sap ilişkisinin içinde sap olmamış bir insanım. Okuduğum ve öğrendiğim çok şey varken, yaşayıp öğrenenlerdenim.
Geliş tarihim belli ama dönüş biletimi henüz kesmediler. Dönüşe ne kadar zamanım var bilmiyorum. Her gün bir sonraki günü faizi aslında ama ben kredi kullanmış gibi hissediyorum kendimi. Arada kalan, bana kalan. Bunu biliyor, içimden geldiği gibi davranıyorum.
Her insan gibiyim belki de değilim. Başkalarının yaptıklarını yapmak, başkaları da benim yaptıklarımı yapmak zorunda değil.
İşte hikâye burada başlıyor. Beynimde durup duran ve bir türlü kendilerine yer bulamayan hikâyemi kendim yazmaya karar verdim. Kendimce, bildiğimce olacak bu hikâye ve bir gün dönüp baktığımda, vay be de diyebilirim, oh be de ne olursa olsun, cümleler ile rahatlayacağım.

Kimseye bir kastım ve art niyetim yok. Dümdüz yaşadıklarımı ve hissettiklerimi yazacağım. şimdiye kadar kötü olarak yaşattıklarım ve hissettiklerim içi özür dilerim. Kendimi affetmeyi becermek için çok zorlandım ama başardım.
Geriye bırakacağım anılarım, yazılarım, kitaplarım… Çocuklarım için aralarına küçük notlar bıraktım.
Ben babamın hayalleri annemin yere basan ayakları ile büyüdüm. Küçük bir köyde büyük hayaller kurdum. Dokuzuncu köyden kovuldum ve onuncu köyde yazmaya karar verdim…
Bitmeyen hikâye hayatımın hikâyesi… Yaşadığım müddetçe yazabileceğim. Gidersem bitmiştir.
Sonumun sevdiklerimle kendi topraklarımda olması için hep dua ediyorum, edeceğim.

Acıları karşılaştırmayın!

Acıları karşılaştırmayın!

Sen ölen bilmem ne, bilmem ki dersen, dönüp Suriyelilere maaş bağlıyorlar diye sitem ettiğin günleri sererler önüne…

Sen bu gün ölen can diye üzülürsen o zaman insani düşünmüş olursun.

Bu işin sonu ne olacak? Bende bilmiyorum.

Deseler ki, al bu işi çöz, düşünme yetimi kaybettim. Karmakarışık, kimin eli kimin cebinde belli değil. adam oy vermiş yada vermemiş insanlar ölüyor diye bağırmıyor da ölenler bilmem ne olsalar diye başlıyor cümleye…

Ne olursa olsun canlar yok oluyor. Umutlar, hayaller yok oluyor. Birilerinin hayatları yarım kalıyor. Hep bir yerlerde eksiklikleriyle kalacak yaşamlar…


Birileri yaşamın keyfini sürerken, uğruna ölenler olmaya devam edecek!

3 Eylül 2015 Perşembe

TEK KALEM

Hepimiz aynı olaya üzülüyorsak, bunlar neyi paylaşamıyor?
Madem bu kadar milleti düşünüyorsun, neden hala her şeyi tek başına yürütme hevesiyle, ortamı kaosa sürüklüyorsun?

Güneydoğunun karışmasının sebebi, haklı olarak seçimlerde kazandıkları başarının devamını görmek istemeleri, yemişim senin milliyetçiliğini!

Yani ne olursa olsun koalisyon olsun ve söz hakkı olsun. Demokrasilerde olması gereken de budur. Ama adam bas bas bağırıyor. Kasımda her şey başka olacak diye. Yani ne olacak orada halk benden yana kullanacak demek istiyor. Ya zorla, ya korkarak.

Nasıl olursa olsun HDP liler sandığa cidden sahip çıktılar ve kazandılar.Ama bizimkiler uzunlu,KISALI yedirmeyiz diyor.Sadece biiz yeriz.

Milliyetçilik kisvesinden vurup, insanların duygularıyla oynuyorlar.En baba milliyetçi sizseniz bence biz bu vatandan gidelim.

Milliyetçi adamlar milli serveti satıp ardından ben milliyetçiyim deyip insanları kandırıyor.
Ben böyle düşünüyorum.

Çünkü başları sıkıştığında duygu sömürüsü yaptılar ve hiçbir hatayı kabul etmeyip, başarılarını da milletin gözüne soktular.

Muhaliflik değil, olanları yorumlamak.

2 Eylül 2015 Çarşamba

Ne yazayım? Dün, dünya barış günüydü, tüm insan değeri bilenler, barış olsun dileklerini yazdılar. Kimileri zaten savaş’ın barışı getirmeyeceğini bildiği için olanları kabul etmeye, kabul etmiş görünüp hazmedemese bile yaşamaya devam etti.
Bu kötülüklerin sorumlusu ben miyim? hayır değilim. Vicdanım için insan olmaya çalışıyorum, yere düşürdüğüm kâğıt parçasını önemsiyorum.
Bu bir şey mi?
Kıyılarımızda ölmüş canlar varken. En küçük hareketle başlar her şey… Damlaların oluşturduğu göller böyle oluşur.
Düşünün…
Şu halde bile devletimiz karışık diyor ve ne yapacağımızı şaşırıyoruz.
Şavaş halinde ülke, korkan canlar, rahat bir yaşam isteyen canlar, çaresiz canlar, bir umuda yürüyen canlar, hayalleri olan canlar…
Ben ne yazayım ki?
Kendimi, geçmişimi, bildiğimi, gördüğümü, hissettiğimi…
Ne yazayım ben?
Kelimeler olsa ne yazar, cümleler olsa ne yazar?
En güzellinden intikamımı alsam, geçmişimi yazsam,
rahatlasam…
Anneler, babalar, çocuklar, nineler, dedeler, amcalar, teyzeler, dayılar, halalar, kaybolan anılar, gelmeyecek bir gelecek…
İnsana koyuyor be! Hayal kurmak, yazmak, geleceği düşünmek, ufak tefek şeylere takılmak…
Bu dünya yalanlarla dönerken, savaşlarla güçlerini süsleyenlere koca bir dünya olurken, benim yaptıklarım vicdanımı rahatsız ediyor.
Sorumlu olmadığım halde, elimden gelenin ne olduğunu bilmeden yaşamak anlamsız geliyor.

1 Eylül 2015 Salı

KISA KISA



Kafka’nın bir hikâyesi var. Adam yumurtayı kırar. İçinden kuş çıkar. Büyütmeye karar verir. Ardından ben buna bakacağım madem,büyüyünce bana tüm dünyayı dolaştırsın der. Gagasıyla, mürekkebe dokunarak, bir sözleşme hazırlar. Balık, solucan, kurbağa getirecek, onu büyütecektir. Bunun karşılığında kanatlarının üzerinde dünyayı dolaşma hakkını almalı ve sözleşmeyi yapmalıdır. Yapar. hergün yiyecek getirir, evi koku sarar, kuş büyümektedir. Ama uçmayı öğrenmesi gerekir. Annesi yok. Adam başlar öğretmeye, adam atlar, kuş ardından. Önce sandalye, sonra masa, sonra dolap…
E devamını getirin ya da bir zahmet okuyun.
İşte bizim gündem de böyle. Adamlar sanki bize uçmayı öğretecekler diye kendilerini de feda etseler yüreğim gam yemeyecek. Cumhuriyetimizin başı ; ‘ Haziranda yaşadıklarımızı, Kasımda yaşamayacağız.’diye bas bas bağırıyor. Kimse’ Bu adam ne diyor?’ demiyor. Biz milletçe ne kadar fanatik olmuşuz. Kanımızı nasıl bürümüş kendi çıkarlarımız.
İki dakika TV açıyorum. Başbakan, biz barışalım dedik adamlar mühimmat depolamış diyor. Yav arkadaş sizde zavallı moduna giriyorsunuz ya ne diyeyim? Hani güçlü ülkem? Yığılan mühimmatları bilemeyecek kadarsanız, sizin varlığınız başlıca yokluktur. Kimse demiyor ki!
Geçelim karşı tarafa. Bir şey söylemeyeceğim. Neden çünkü az önce haberlerde bir kimlik kontrolünden kaçan doktorun vurulduğunu öğrendim. Ölen her insan için üzülüyorum ama aklıma şu soru geliyor. Meclisin yarısı Kürtken bu mesele neden çözülmüyor? Her Kürt, Kürt değil diyecekler gene bu bahsi geçelim en iyisi… KÜRTLERİN EN BAŞINDA KÜRTLERİ SÖMÜRDÜĞÜNÜ SÖYLESEM, TIPKI TÜRKLERİN TÜRKLERE YAPTIĞI GİBİ… insan olmayı öğrensek çok iyi olur…
HEPSİNE OY VERMEDİĞİM İÇİN İÇİM ÇOK RAHAT!
Bir de İrlandalı meselesi var.
Adam benim her gün geçtiğim yolda, pata küte girmiş adamlara, en çok yerden kalkamayan adam çok komik, valla bir daha bilmediği kavgaya girmez inşallah. Şimdi bilmeyenlere e unutanlara hatırlatayım. Mesele biz nasıl bu hale geldik? Kartopu oynarken öldürülen gazeteciyi hatırladınız mı?
Aslında insanların tepkileri buna, adamlar sonrada iş yok diye veryansın ediyorlar.sen gel elin turistini dövmeye kalk sonra da gel işsizlikten bahset.İyi benzetmiş ama utanmadım değil. Rezil olduk dünyaya birde adamın sağlık sorunları da var. Büyük rezillik. İşte hep bunları kaybettik biz. İnsanlığımızı kaybettik.
Çok ahkâm kestim.
Dünde acayip laf soktum. Başta her şeyi yanlış anlayan Gacet Bey de direk bir şahsa laf soktuğumu sandı. Hayır, aslında bütün hemcinslerime bu sözler. Biz insanoğlu paranın getirdiği zenginliği zenginlik sanıyoruz. Ben öyle düşünmüyorum. Paranın adam, kadın etmediği ne adamlar ne kadınlar var bilseniz. Ama işte insanoğlu önce kürk ile karnı doyuyor.
Sevgili hemcinsim kocasını methedebilmek uğruna girdiği kılıkları bir görse bir daha yapmayacak da işte anlamıyor. Ayy kocam bir duysa kızar. Dilimin ucuna senin beynin yok mu? diyesim geliyor ama zor tutuyorum. Bize uygun değil, hoşlanmaz desen farklı, ay ben aptalım, kocam her şeyi bilir kafası.
Birde bana kocam aldı kafaları var. Gözümüz yok alsın alsında gözümüze sokma kardeşim. Muhabbet kocasının üzerine kurulu, ay benim kocam durmadan arar, yemeğe çıkarır, mumlar yanar. Bende cevap vereyim. Vatsaptaki yazışmalarım sürekli silerim, o iş yazışarak da yani yazarak da iletişim kuruluyor.Evde kendi yaptığını yemek bence daha zevkli, mumlar boşuna yanıyor…
Zaten emin olun ki o güzel dakikaların, güzelliğini bozmamak için fotoğraf çektirilmiyor. Çekemiyorsun ama sırf anı aynı anda yaşamak ve anlık başkaları tarafından kareye alınmak diye bir şey var ve gerçek.
Tek bir kişiye değil sitemim. Damatlarının zenginliğini parasıyla ölçenlere, bilgiye, beceriye, çalışkanlığa değil de başka şeylere bakan ailelere ve hala bunu aklına erdiremeyen insanlara.
Börek meselesi için aklımdan, yaptığı börekleri, kendisi yemiş hemcinsim için; hemcinslerine diyet önerilerinde bulunmasını tavsiye etmek geçiyor. Hemcinsim diye susmak geçiyor içimden…
Siz deyin uzun meseleler ben diyeyim kısaca anlattım.
Artık bir yazı dizisine başlama niyetindeyim hayırlısıyla…
Bu yazıyı üç saattir, taslakta tutuyorum. Yayınlasam mı? Ağır mı yazdım? Ayıp mı ettim? Diye tilkiler geçiyor beynimden sanırım havalar soğumaya başladı.
Mutlaka tilkileri kovalayıp yayınladım…