Sanki her şey silindi. Nasıl yazacağımı, hangi kelimeleri
kullanacağım? Bilmiyorum. Yaptığımın saçma sapan olduğunu düşünüyorum. İçimde hiçbir
şey kalmamış gibi, sanki nefes almamışım yaşamamışım, yeniden doğmuşum…
Neyim, neredeyim? Ne istiyorum? Ne biliyorum?
Aklıma saçma sapan gençliğim geliyor, bazen
saçmalıklarım…
Hiçte iyi değildim…
Aslında ben beceriksizdim, onlar bana mecburdu!
Aslında ben bir alışkanlıktım!
Aslında ben bilmiyordum!
Bildiklerimi bilmediklerim diyordum!
Yaşam ben sürüklediği yerde var olmam gerekiyordu. Kendime sorduğum
sorular veremediğim cevaplar olduğu için beynimde dönüyordu…
Kimse beni sevmedi, ben kimseyi sevmedim!
Kimsenin sevmesini beklemedim!
Kendimi seveceğim günü bekledim!
Bekledim…
Unutamadığımı, hep hatıralarımda olanı…
Bekledim…
Gördüğümü, duyduğumu, kokladığımı…
Kendim olmayı, kendimle olmayı…
Bekledim…
Nasıl hatırlayacağım? Olanları, geçmişi, hayatımda var olmuş
insanları nasıl unutmayacağım?
Bilmiyorum.
Belki zaman beni affedecek ve her şeyi zihnimden silmeme
yardımcı olacak. Beklide tıpkı diğer yazılı hatıralarım gibi hepsi, neler olmuş
dan ibaret kalacak.
Geriye dönüp baktığımda; yaşananların benim olduğuna
inanamam ve onları nasıl hatırladığımı bulmaya çalışmam epey yoruyor.
Bazen yıkanmış tabakların içerisinde hiç yemek kalmadığı
halde önceki gün bu tabakta başka bir yemek vardı diye düşünebilmek gibi…
İçtiğim kahvelerin başkasıyla olduğunu hatırlamak, yaptığım
aynı yemeği başkasıyla tatmak gibi…
Unutmamak bazen en büyük nimet gibi görünse de bazen
inanılmaz acı verici bir durum. Affetmek sanırım hatırlamanın ağrı kesicisi ve
onu olduğu yerde bırakmak yerine sanki hatıra hazinesinin en kıymetli yerine
kaldırmak sanki…
Kliniğin, bana en büyük mirası, insanları daha iyi tanımayı
öğretmesi. Artık yüz şekillerinden, konuşmalarından millet memleket ayırabiliyorum.
Kendimi de bazen gördüğüm insanlar gibi hissediyorum.
Biraz daha insancıl yanımı ve yumuşak vicdanımı kenara
koyabilirsem hayatın daha hafifletici esintisini hissedebileceğimi düşünüyorum
ama o vicdan terazisi bir bozuldu mu bende afallıyorum.
Kliniğin bende birçok getirisi oldu. Öncelikle ilk
dönemlerde, sadece ev kiramızdan elli lira fazla kazanırken artık birikim
yapabiliyordum. Ama bir türlü istediğimiz hayata erişemiyorduk.
İstediğimiz hayat?
Şimdilerde beklide bu istediğimiz hayat dediğimiz zamanlar
olsa da Cemo içi, hep istediğimiz bir hayat var. Ne olursa olsun köyde güzel
bir hayatımız olabileceğini ve her şeye razı olduğumu söyleyen ben gitti. Yerine
olsun buna çok şükür ama sende benim gibi şükret hayatın bizi nereye götüreceğini
bilemeyiz diyen bir ben oldum.
Bu gerçekten iyi mi bilemiyorum ama hayatın ne kadar
zorlarsan o kadar seni zorladığını düşünmeye çalışıyorum.
Olduğu kadar…
Kötü bir başlangıçtan iyi bir ortalara geldik sanırım…
Evliliğimizin en genç, en deli ve en romantik olması gereken
dönemleri Cemo’nun tembellikleri benim donanımsız ev kadınlığı, iş hayatı ve
anneliğimle geçirdik.
Yine bazen acaba memlekette kalsaydım, evlenseydim nasıl
olurdu diye düşünmeden edemiyorum. Yine, doğru şık Cemo olurdu gibi geliyor.
Bir zamanlar Cerrahpaşa yolunda yürürken, memleket burnumda
tüterken, ilk çekirdeğim daha karnımdayken hep bunları düşünürdüm.
Pişmanlığımın denizinde boğulduğumu hissederdim. Büyük erkek
kardeşim yanımdaydı, babam yoktu, dedem sağdı, küçük erkek kardeşim daha hala
küçüktü.
Umutlarım yoktu. Örtger’in stresi, baş hemşiremizin
kaprisleri vardı. Hacı öğretirdi, gösterirdi. Gacet mantıklıydı ve ne
istediğini kestirmek mümkündü.
Çalışmaya ihtiyacım vardı. Çalışmayı istiyordum ama
çocuğumdan ayrı olmak, Örtger’in süt iznim olmasına rağmen on dakika bile erken
çıkmama izin vermemesine sesimi çıkartmaya gücüm yoktu.
Ona kızdığımda, kırıldığımda ya da gerçekten artık
dayanamadığımda söyleyemezdim.
Bunları kanıksamış ve mutlu görünmeye çalışarak yola devam
ediyordum.
Acaba biz ne yaparız düşüncesi hala beynimi kemiriyordu.
Hayatıma giren herkesten bir şey öğrenme merakım vardı. Aslında
benim baş edilmez bir merakım vardı ve üşenme huyum yoktu. Merakımla inadım
birbirine karışınca inanılmaz enerjik olup, kafamdakini yapmadan uyku
uyuyamıyordum.
Uykularımı kaçıran sadece merakımda değildi aslında! Benim bu
hayatı hiçbir zaman Cemo’nun istediği standarda getiremeyeceğimi, annemin
istediği gibi bir gelin olamayacağımı, kızımın istediği anne olmadığımı ve
olmamın mümkün olmadığını fark ettim.
Çünkü merakla yaptığım bütün vakit geçirici şeyler,
yaşanılanları unutmak için beynimin kullandığı bir yöntem gibiydi.
Ayağımı uzatıp bir yarım saat uyumuyordum. Kafamda hep ne yapsam,
nasıl yapsam düşüncesi dönüyordu ama bunlar benim yaşadığımı, kendimi affetmemi
unutmam için beynimin oyalanmasını sağladığım şeylerdi.
Bunları da bırakmıştım. Evde hiçbir şey yapmıyor, ancak iki
düzen bir çeki veriyordum.aklım dağınık, yollar kalabalık, kitaplar karmaşıktı.
Okula gitmemiş, çalışmaya devam etmiştim.
Bu dünyanın en berbat işçisi olduğumu yüzüme vurmaya
çalışan, en çok hak etmediğim maaşı aldığımı bana hissettiren bir yöneticim
vardı.
Her ne hikmetse ben yüksek maaş alıyorum kaygısı yaşarken,
kendinden torpilli eleman benden daha az çalışıp, neredeyse aynı maaşı
alıyordu.
Üstelik eğitim alma hakkını da bol bol kullanıyordu. Herkesin
yerine çalışabilecek kapasitesi olmadığı halde böyle gösterilen eleman
jokerliğini kullandığında ekstra bonus kazanırken bizlere de üç izin,
parçalansın dilin edebiyatı patlatılıyor, maaşımızdan kesinti oluyordu.
Ne kadar koymuş bu yaşanılanlar diyorum kendime… Hâlbuki o zamanlar
kızıp geçiyordum… Az ekmeğini yemedik
şimdi nankörlük mü edeyim diyor içimden bir Püskül…
Kimse kusursuz değildir. Mutlaka benimde hatalarım vardı. Yöneticilerimizin en büyük hatası; bizi adam gibi toparlayıp, sorunlar ve sebepleri hakkında konuşmuyor olmalarıydı.
Kliniğin hizmet içi eğitimi, Gacet’in akıl oyunları, Örtger’in ise şamar oğlanına çeviren anlık öfkeleriydi.
Bunların üstüne birde her şeyi bir başkasına öğretme zorunluluğunu kendine geliştirmiş ama gelen her yeni elemanın beğenmediği iş yükünü bırakma hevesine artık dayanamayan bir Püskül ekleyin.
Sürekli hemşire değişir ve gelen her hemşire ya sistemden şikâyet eder ya da yaptığı işi bilmiyormuş gibi davranarak, öğrenme gayreti göstermeyen ve acaba nasıl bu iş yükünü de sırtımdan atabilirim gayretiyle çalışan insanlardı.
Artık kararım kesindi. İkinci çocuğumu doğurmak istiyordum. Önce Cemo ikna olmalıydı. Saçma sapan bir düzende yaşadığımızı ve asla düzelmeyeceğini durmadan söyleyen ama düzelmesi için adım atma becerisi göstermeyen Cemo; bu dünyamızda yeni bir bebeğinde hayatının mahvolacağını söylüyordu.
Tıpkı yıllar önce babama; madem okutmayacaksın benim burada durmamın anlamı yok evlenmek istiyorum dediğim gibi, Cemo ya; madem okumayacağım çalışmayacağımda evde oturup ikinci bebeğimi büyütmek istiyorum. Eğer istemiyorsan benimde seninle yaşamamın anlamı yok dedim.
Bu bir tehtidin, bir anlamı vardı. Çünkü eylem aşamasında Cemo hep çekinir her zaman beni olaylar karşısında olumsuz motive ederdi. Sen yapamazsın, biz yapamayız, biz bilmeyiz, biz olmaz. Onun yıllarca bu şekilde yetişmiş olması ama kendini bir türlü yetiştirememiş olması bunun en büyük etkeniydi.
Onu seviyordum ve aile bütünlüğüne inanıyordum. Artık eskisi kadar sorunlu bir ilişkimiz de yoktu. Yıllarca birbirimize zıt olarak yaşamış ve katlanmayı öğrenmiştik. O bana katlanıyormuş gibi görünse de benim şatlarım daha ağırdı.
Erkeklerin dinlenmesi, yemek yemesi, Tv seyretmesi normal karşılanan bir dünyada, kadın o koca adamın çoraplarını yere atmasına karşı çıktığında birçok sorun meydana geliyordu. Birde o çorapları yere atanın değil de toplamayanın yargılanması durumu var ki; gittiği yerde kusur arayan ve ev sahibine bunu dile getirmek için içi içini yiyen mükemmeliyetçi hemcinslerime tam bayram şekeri sunumu gibiydi.
Gideceğimin sinyallerini vermesem de, Örtgeri olduğu gibi kabul etmeye başlamıştım. Ben bazen ne yapacağını kestiremesem de, az çok kızıp kızmayacağı şeylere dikkat etmeye çalışıyordum.
Patroncu olmak, hakkını savunmamaktan hoşlanıyordu. Sohbetten, saatlerce yemek yemekten hoşlanmıyordu.
Bazen yemek bile yemesen sorun olmuyordu. Sen oraya çalışmaya geliyordun. Ama hiç iş olmayınca; oturup nette yazı okuyorsan, kitap okuyorsan çıldırıyordu.
Bunları öğrenmiştim. Mutlu olmasam da onu görünce gülümsüyor, bazen de ekranı kapatıp çalışıyormuş gibi yapıyordum.
Çalışıyormuş gibi yapıyordum çünkü o gelmeden bütün işlerimi bitirmiş olduğumu ve düzene koyduğumu bilmiyordu.
Kendimi olmadığım gibi yaşamaya zorladığım bu yıllarda ilkokul üçüncü sınıfa giden de bir kızım vardı. Tüm hissettiklerim değersizliğimi ona da yansıtıyordum. Buna birde her işe burnunu sokma becerisini geliştirmiş beni aptal sanan bir kayınvalide de eklerseniz tam tadından yenmeyen bir hayat elde etmiş oluyorsunuz.
Annem benim hazırladığım bütün beslenmeleri atıp yerine poğaça börek alarak zaten benim sözümün geçmediği bir dünya olduğunu göstermişti. Kızıma derslerini yaptırması için tuttuğum, üniversite öğrencisini, davranışlarıyla bıktırarak vazgeçirmeyi başarmıştı.
Okulda ise kızım sürekli sorunla geliyordu. Ben henüz insanların fikirlerini danışıp senden aldıkları cevapları kendi hayat becerileri gibi göstermelerine ya da o fikirleri kısırlı gün toplantılarında bak öyle söyledi diyerek dedikodu evrimine çevireceklerine akıl erdiremiyordum.
Arkadaşlık edinme kabul görme ile ilgili sıkıntıları vardı. Aslında bunu yaratan bendim. Aceleci ve dediğim dedik bir çocuktu. Tıpkı annesi gibi… Ona her şeyden önce sabretmeyi öğretmem gerekiyordu. Bir türlü bunu beceremiyordum. Anlık duygularımla hareket ediyor. Bazen bütün problemi sadece kendi çocuğumda olduğunu düşünüyordum.
Bu iyi bir şey olsa da, kendinizi düzeltmek, hatayı sadece kendine biçmek; başkaları için cesaretlendirici eylemler haline gelebiliyor.
Ve bu eylemler sınırsız bir biçimde ilerliyordu. Anneler için sınıfta çocuklarının yanında olmak, onlara güç verici bir eylem gibi geliyordu. Ben ise; daha hayatın başında olan, hayatı öğrenmek için adım atan bu fidanlarla olduğumda inanılmaz etkileniyor ve yeni şeyler öğrendiğime inanıyordum.
Onların davranışlarından ve bakışlarından birçok anlam çıkartıyor, birey olduklarını hayal ediyordum.
Aslında o giderken bize bıraktığı suskunluğu görmüştü. Yıllarca
her şeyin kader olduğunu söylemiş kabullenmekten başka çare olmadığını savunmuştu.
Eziklik ve suskunluğun, şaşkınlığına sarılmış sesimi çıkartamamıştım.
En azından olayın sakin bir biçimde çözümlenmesi için
sessizliğimi bozmalıydım. Ama bu sessizliği bana yıllarca Örtger’in her
dengesiz davranışı sonrası o hediye etmişti.
Artık elimizde yaptığı işin ciddiyetinde ve farkında
olmadığı halde, mükemmel bir eleman edasıyla klinikte dolaşan Örtger torpilli
bir elemanla çalışmak kalmıştı.
Özünde insan olsa da
ona karşı hissettiklerim hiçbir zaman değişmedi. Çalıştığım zaman
zarfında hiçbir işi düzgün yapmadı. İşe ihtiyacı olan bu kişi de Örtger den
dert yanardı ama dibinden de ayrılmazdı.
Gacet o olayda
bulunsaydı her şey daha farklı olur muydu? Bunu hiçbir zaman tahmin edemedim. O
gün yaşadığım buzların üstünde yürüyen bir insan acısıydı.
Sonraları sabahları sessizliğe ve kendi öfkeme gömüldüm. Artık
haber kanalı açılmıyor, tabela ışıkları kapatılmıyor, zaten kimse gazete okumuyor
ve siyaset konuşmuyordu.
Kliniğin en eski elemanı olarak ben ve Karlos kalmıştık. Gitme
kararını tam olarak almış olsam da; içimdeki gelecek kaygısıyla boğuşuyordum. Zaman
zaman, üniversiteye gitmediğim için pişman oluyordum.
Yeni joker eleman rahatlıkla okuluna gidip geliyor, maaşını
tam zamanında ve Örtger triplerine takılmadan alıyordu. Ben ise her maaş alma
zamanında içimde koca bir taş ile odadan çıkıyordum.
Örtger sanki hak etmediğim bir parayı alıyormuşum gibi davranıyordu.
Demek ki;liberal demokrat olduğunu söyleyen patronlar bile adam kayırma
konusunda ustalaşıyordu.
Gacet her zaman işini iyi yapan ve tecrübeli insanlarla
çalışma taraftarıyken Örtger istediği gibi davranıp, istediği kişinin
eksiklerini görme de ustaydı.
Yaptığım işi bir kere bile beğendiğini görmedim. Ona göre
ben çok basit bit iş yapıyordum. Ve herkes bu işin üstesinden gelebilirdi lakin
kendi kızı benim yerimde olmaktan nefret ediyordu. Bu işin yorucu ve tatilsiz
olduğunda babasının bir patron olarak çekilmesi güç biri olduğundan
bahsediyordu.
Haftada altı gün ve günde dokuz saat çalışıyordum ve
çoğunlukla bunu on saate çıkartma kapasitesini göstermiş biriydim.
Evli ve çalışan bir kadın olmak; deveye hendek atlatmaktan
daha zor!Evde bir sistem oturtmak, sakin olmak ve her şeyi düzenli yapmak zorundasınız. Hele bu çalışma
temposuyla hakikaten zorlanıyordum.
Evdekilere Örtger bana nasıl davranıyorsa öyle davranıyordum.
Berbat! Tüm öfkemi onlardan alıyordum. Bunu yapmamak için çoğunlukla, pasta
börek yapmaya, evde bir şeyler üretmeye çalışıyordum.
Öyle zorlayıcı bir tempoydu ki; bazen sadece kendimle
olabilmek için sabahları sahile gider oturur bu dünya da neden var olduğumu,
anneliğin neden bu kadar kutsandığını sorgulardım.
Bazen hem evle, hemde köydekilerle çatışmaya girdiğimde
ölmek istediğim bile oluyordu. Mutsuzluğa katlanmalıydım. Ama katlanamıyordum! Hayatın
gerçeğini kabul etmek gerekiyordu. Örtger buydu ve onu artık daha iyi
tanıdığımı düşünüyordum. Aslında ondan ve davranışlarından korkuyordum. Tıpkı babamdan
korkar gibi…
Bir gün bir bayram izni için köye gidecektim. Örtgerden iki
gün fazladan izin istedim. Verdi ama ekledi. ‘Bunu maaşından keseceğim haberin
olsun.’ dedi. ‘Tamam’ dedim.
Yıllarca para konusunda hiçbir zaman Örtgerle takışmamıştım.
Benim böyle bir hayatım olmadı. Onlar zaten gerekeni yaparlar düşüncesiyle
hareket ediyordum.
O olay geçtiğinde joker eleman izin alıp gittiğinde
maaşından kesinti olmadığı halde bunca yıl çalışmış bir elemana bunu yapmasının
haksızlık olduğunu düşündüm.
Ve yerime çalışıp bir yığın işi bana bırakacak olan elemana
gitmeden parasını verip izine gittim.
Ne yıllık izinlerimiz adam gibi iş günü olarak hesaplanıyor
ne de resmi tatillerimiz oluyordu. Yılbaşı gecesi çalışanlara ekstra nöbet
parası verilirken, yılbaşı ertesi işe gelenlere zaten siz yılbaşı
kutlamıyorsunuz diyerek nutuk çekiliyordu.
Üstelik işini iyi yapmaya çalışan ve deneyimliler hak
ettiğinden fazlasını kazandığı baskısı yaşarken, yan gelip yatan, eşeği sağlam
kazığa bağlamak için, kazığı bulmaya çalışırken eşeği kaybedenlere adam
muamelesi yapıyordu.
Hak ettiğim bu değildi.
Eğer hamile kalırsam ve ikinci bebeğim dünyaya gelirse
çalışmayacaktım. Bir gün bende kapının önüne koyulabilir, saçma sapan şeylerle
suçlanabilirdim.
Aslında Örtger’e göre tam rahat edeceğim sırada hamile
kalmıştım. Joker eleman beni rahatlıkla idare ederdi. Eğer ben onu idare
edersem o da beni idare ederdi tabi! Yıllarca hiçbir anlamı olmayan bu işi
yapmaya ne vardı? Çünkü arkada işler nasıl gidiyor, Örtger bunu bilmiyordu.
Yıllarca her sabah konuştuk. Dediğim dedik Püskül’ün en baş
belası gerçekçi arkadaşıydı!
Aklıma ilk geleni söyleyip, ikinci makul cevap aklıma gelip,
pişman olduğumda bana, bendeki soruları cevaplandırandı.
Bitmek bilmez deneyim insanıydı. Aklına o kadar güvenirdim
ki; bazen onunla konuşmak için can atardım. Önce ona anlatırdım başımdan geçenleri.
Saçma sapan cümleleri onunla düzeltirdim zihnimde!
Öyle patroncuydu ki; bizim patronumuz o sanıyordum. Ondan daha
çok çekinirdim. Doğru bir iş başarmış, yapmış olmamdan gurur duymasından ve
takdir etmesinden çok hoşlanırdım.
Kızardım, çeker giderdim yanından. İki dakika sonra yanına
gider yine bir şey anlatırdım. Hayatımdaki gerçekliği yüzüme vuran tek kişiydi.
Bunu lafı dolandırmadan yapan tek kişi!
Babamla aynı adı taşıyan ve benim tanıdığım kadarıyla
babamın davranışlarıyla tamamen tezat bir kişiydi.
Aşılması en zor olayları, kolaymış gibi görmemi sağlardı. Sen
buna mecbursun, çalışmak zorundasın ve yapabileceğin en iyi işyerindesin derdi.
Şimdilerde, bazen bunu aslında; kendime olan güvenimi
öldürdüğünü düşünsem de, o dönem söyledikleri o dönemin gerçeğiydi.
Örtger’in oğlu hastaneye kaldırıldığında, kliniğin en büyüğü
olarak o yanındaydı. Oğlu vefat ettikten sonra da; “Adam zaten yaralı adam gibi
çalışın da üzmeyin onu!“ diyen de oydu.
Örtger bana acımasız davrandığında, “Abartma bu kadar burada
senden başka nazı geçen yok!“ diyende oydu.
Beraber klozet tamir eder, şirketin işleri iyi olmadığında
üzülürdük. Ben makarna fiyatlarının arttığını söyleyince fakirin derdine bak ya
diyende oydu. Benim istatistiğim en ufak makarna paketinin bile iki katına
çıkmış olmasıydı.
O ise; memleketin olaylarına öyle hakimdi ki, ben şaşar
kalır anlattıklarını araştırır onunla tekrar tartışırdım.
Vay be hacı seni nasıl anlatsam acaba?
Bana; bende akıl varsa sende bunu yoğuracak dinleyecek
kapasite çok derdi.
Vay be hacı seni nasıl anlatsam?
Bence bu bir tesadüftü, o mavi kapılardan giren çaresiz ve
başarmak için bir adım atmaya çabalayan Püskül’ü senin karşına çıkaran, eğiten;
ilahi tesadüftü.
Sadece Örtger değil diğer çalışanlarında benim akıllıca
sorularıma cevap vermek istemedikleri, meraklarımı doyurma donanımına sahip olamadıkları için
baskıladıkları günlerde o vardı.
Vardı…
Ve gitmişti.
Aslında o arkadaş imtiyazlı eleman hacı yerine gelmişti. Hacı
ile birlikte çalışması için Örtger durmadan baskılıyordu. Hacıya joker
olacağını düşünüyordum. Gideceği aklımın ucundan bile geçmemişti.
Rutin sohbetlerimiz sırasında yanımıza gelip, saçma sapan davranan
Örtger’in, bu akıl almaz olayı yapacağı aklımın ucundan bile geçmedi.
Evet, bir saçmalık vardı ama bunu Örtger’in dengesizliğine
bağlıyordum. Bu kadarı olamazdı. Öğrenmesi gereken eleman Hacıya hiç istekli ve
dikkatli bir eleman gibi gelmiyordu. Nitekim bende bunun farkındaydım. Adam işte
tanıdığına iyilik yapıyor, bir garibin elinden tutuyor diyordum.
Artık röntgende daha çok vakit geçirmesi söylenen eleman,
bunu uyanabilseydi yapardı da daha hazır değildi.
Örtger, Gacet’in tatilde olduğu bir dönemde, Hacıya işten
çıkarılacağını söyledi. Duyduğumda şok geçirdim. Evet, yaşlıydı, evet çok yoğun
bir ünitede çalışmıyordu ama getirdiği eleman ondan daha çalışkan ve dinamik
biri hiç değildi.
Artık öğrenmiştik, gidecekti. Ben olmayan okul hayatımın
derdine düşmüştüm. Bir yandan ne halt yiyeceğimi düşünüyordum. Pişmanlıklarımla
boğuşuyordum.
Gacet izindeyken; Örtger sabah kapıdan sinirle girdi,
önlüğünü giydi, hışımla salona giderken ben yine erken kalktığı için sinirli
olduğunu düşündüm. sinirle bağırmaya başladı bir şeyler sorup bağırıyordu, sabah rutin işlerimi yapıyordum.
Birden Hacıyla içerden çıktılar, hakaretler etti, eline üç kuruş para
sıkıştırıp onu klinikten kovdu.
Hacı hiç sesini çıkarmadı ceketini aldı ve gitti…
Önce bankoda ellerini her sinir krizi sonrası parmaklarıyla
birbirine bağlayan Örtger, sinirli ve kuru dudaklarıyla söylendi. Bu bir
kendini haklı çıkartma çabasıydı. Söylendi söylendi ve salona gazete okumak
için geçti.
Hepimiz şoktaydık. Artık sabah geldiğinde gazeteleri
düzenleyen, tabelanın ışını kapatan, koridorda yürürken boğazındaki gıcıkla
öksüren Hacı, hiç layık olmadığı biçimde bu klinikten gitmişti.
Mesele şuydu; yeni gelen eleman doz kâğıdının kaybolduğunu Örtgere
söylemişti ve bu kâğıdın Hacı tarafından alındığını söylüyordu. Bunun bir
şerefsizlik olduğunu söylüyordu.
Hacı almadığını söylese de – buna gerek yoktu- o yıllarca bu
klinikte çalışmış olan, kendi deneyimleriyle hazırladığı bir birikimdi. Ve
aslında onundu. Nitekim birkaç ay sonra eskizi odasındaki bir takvimin
arkasında bulundu.
Bu kâğıdın, deneyimsiz, çelimsiz bu yeni eleman tarafından
yanlışlıkla atılmış olması kuvvetle ihtimaldi. Ama hiçbir ihtimali bile düşünmeyen
Örtger, en büyük ayıbı bizden önce ona karşı yapmıştı.
Bir gün bende yerime daha iyisi bulunduğunda aynı muameleye
maruz kalabilirdim. Bir şekilde artık eskisi kadar bir türlü iç barışımı
sağlayamadığım, babam gibi tutarsız olan Örtgerle yollarımı ayırmalıydım.