Bu günleri yazmak gerekirse;
Türkiye aslında yerel olan ama genel seçimler havasında bir
seçime girdi. Gezi olayları, bir çok ayaklanma, her güç gibi diktatörleştikçe,
ülkenin ortamı gün be gün gerildi. Yeni bir oluşum olarak çıkan sağ kanallı
olduğunu iddia eden, bu istikrarı bekleyen, ezilmiş hisseden ne yapacağını
bilmeyen halk, yeni bir oluşumu bundan 12 yıl önce seçmişti.
Vatandaşın başarısını,
hizmet etti diye nitelendirdiği bu partinin özgürlük ve refah sunduğunu
söyleyerek, birçok değerlerimizi yok ettiğini düşünüyorum. Yani evet elbette ki
hizmetleri var ama şimdiye kadar 12 yıl tek başına iktidar olmuş bir parti
olmadığı için gelinen nokta aslında çok zayıf bir hizmet. İşte bunu anlama
noktasında sıkıntı yaşandığını düşünüyorum. Şu anki iktidarın, iktidar olmasının
verdiği güçten aldığı hizmet ve halkın gözünde, kendi iktidarı olmadığı zaman olabileceği
karışıklık konusunda verdiği korku
sayesinde kazandığını düşünüyorum.
Aslında bir ülkenin refaha kavuşmasının yanında ayrıca öz
değerlerini de koruması gerekir. Bütün değerlerimizin yanında, doğamızın da
katlediyor olması, insanlarımıza verilen refah hayat vaadlerinin yanında, pasif,
tembel bir hayata özendiriliyor olması çok vahim bir durum. Gelecek nesillerin
ki bunun ucunda yakalayabileceğimi umut ediyorum. Çocuklarımın ve olabilecek
torunlarımın ise dört bir yanında dört mevsim yaşanıp her bir tarafında ayrı
bir güzelliği olan bu ülkenin, başka ülkelere muhtaç hale geleceklerini
görüyorum.
Ben ve eşim bu ülkede ne Ak parti gibi diktatör, ne Chp
kadar kararsız ne de Mhp kadar pasif bir biçimde yönetilmesini istemediğimiz
için, her üç partinin oyununda azalıp kendilerine çeki düzen vermelerini, en
azından korku ile bu millet bunu istemiyor diye düşünmeleri için oyumuzu; ne
iktidar nede muhalefet partilerine verdik. Zaten yerel olarak kendine hizmet
edebileceğine inandığın adaya oy vermek gerekirken birden parti savaşına
dönmesi bana çok saçma geldi. Sadece mahalledeki kadın muhtar adayını sırf
hemcinsim olduğu için destekledim yani hizmet ve ne yapabileceği konusunda
hiçbir fikrim yokken sadece hemcinsimi desteklemek için oy verdim.
Bu benim şahsi fikrimdir ve kimse buna müdahale etmek, oyum
için saygısızca hakarette bulunmak hakkına sahip değildir.
Birilerinin dediği gibi ne muhalefet partisi kadar elit, ne
iktidar partisi gibi, koyun, nede milliyetçiyim. şu kadarını söyleyeyim, bunlar
sırf kedi eremediği ete mındar der gibi olmuş meseleler. Tamam, kardeşim seçim bitti,
olan oldu, yapacak bir şey yok. Dilerim milletimiz daha bilinçli oy kullanmaya
başlar.
Birde sadece doğu bölgemizde seçilen belli bir kesimin oyunu
alıp, güçlenen yerel seçim başkanları için bir isteğim var. Umarım kendi millet
ve ırklarına daha iyi hizmet verirler. Bir süre sonra bencil başkanlara
dönüşmezler.
Aile olarak gündemimiz ise, seçimin yanında son girdiğimiz
YGS sınavı sonuçlarının açıklanmış olması ve bu sonuçların benim içinde eşim
içinde memnun edici sonuçlar gelmiş olmasıdır. Hayırlısı ile ikimizde ben örgün
eşim uzaktan eğitimle üniversite hayatına atılmayı düşünüyoruz.
Bundan sonrası hem milletimiz için hayırlı hem de bizim için
kolay geçmesini diliyorum.
Bu günler ana
muhalefet ve iktidar partisinin bir birbirine çamur atmaya çalıştığı günler.
Siyasi bakımdan ülke ne yaşıyorsa insanlarda aynısını yaşıyor. Toplum gergin,
insanlar birbirine düşman gözüyle bakıyor. Kararsız kalmanız bile hem sizi hem
çevrenizdekileri etkiliyor.
Haliyle ister istemez ne olacak, toplum ne hale gelecek diye
düşünmeden edemiyorsun. Garip bir işçi olarak geleceğim konusunda fazla anksiyete
yaşayan bende çok rahat değilim.
Bu gerginlikten midir? Yoksa Örtger’in gıcıklığından mıdır ? Bilmiyorum ama Örtger olur olmaz, torba dolmaz, taş düşmez, sudan sebep bir şey
için gereksiz bir biçimde yine canımı sıktı. İşim konusunda rahat davrandığımı,
yanlış yapmamam gerektiğini, yaptığım yanlışında onu etkilememesi konusunda beni
uyardı. Burada kafa karışıklığı yaşadığım konu; Örtger’e dürüst olmamam
gerektiğini , bin bir yalan ile iş yapabileceğimi düşünmeye başlamam . Düşünme
aşamasından öteye gidemeyeceğimi, şimdiye kadar birçok düşünme eğilimine
girdiğimi ama kişiliğimin, Örtger’in istediği tipte bir insan olmaya müsait
olmadığımı biliyorum. Bilmem hıçkırıkla karışık gözyaşlarına engel olamıyor.
Onun gözünde “ ezik, dediğini yapan, muhtaç olan “pasifize ettiği, bir işçi
değil de, 30 yaşını aşmış öğrenmeye meraklı, aldığı işin sorumluluğunu bilen,
sonuna kadar yapmaya çalışan ve nihayetinde insan olduğumu ufak tefek
hatalarımın olabileceğini bilmesi gerektiğini düşünüyorum. Birde buradaki gerginliğimin,
bitkinliğimin ister istemez eve yansıdığını, yaşadığımın aynısını, aynı şekilde
kurgulayarak eşime ve çocuğuma da yansıttığımı bilse belki o da ben de daha
mutlu olacağız. Hiçbir zaman duygusal paradokslarımı gizlemeyi başarabilen bir insan
olamadım. Haliyle başarabilenleri gerçekten ayakta alkışlıyorum.
İşte tamda karışık hislerimin sık yaşandığı bu dönemde;
Cimcime' nin okulunda ,veli toplantısı yapıldı.
Öğretmen bireysel olarak herkese çocukları hakkında bilgi
verdi ve genel olarak herkesin çocuğu aynı idi… Cimcimeye geldiğinde sadece
şunu ekledi ;”Cimcime iki kez büyümüş ve küçülmüş”bende evdeki diyaloglardan
bunun farkında olduğumu, onu rahatsız edip etmediğini –rahatsız ettiğini, çok
sorguladığını düşünüyorum- sordum. Bir yorum yapmadı. Ama büyümüşte küçülmüş
tabirinin çok bilmiş, her şeye bilmiş bilmiş cevap veren gıcık çocuklar olduğunu
biliyorum. Biliyorum çünkü evde Cimcimenin diyaloglarından da sınıfta her şeye
atıldığı belli oluyor. Bu durumda önce kendimi kendi yaşıtlarından bir yıl
geriden okula gönderdiğim için suçluyorum. Sonra öz güveninin böyle iyi
olmasının iyi bir şey olabileceğini düşünüyorum. Ardından yine her şeyi bildiğini
zanneden bir insanın öğrenme merakının olmayacağını, bir gün bu bilmişliğinin
başına dert olabileceğini düşünüyorum.
Sadece düşünmeyip eyleme geçmem gerektiğini biliyor
kendimce, okuduğum kadarıyla ona yardımcı olmaya çalışıyorum. Toplantı bireysel
meraklar dışında bir sorgulama olmadı. Kitaplığın gelişmesi konusunda bir soru sordum,
öğretmen ilgileneceğini söyledi. Birde çıkartılan özetler konusunda
sıkıntılarımızı dile getirdik, öğretmene nasıl özet çıkartmaları bizim
yardımcı olup, olmamamız konusunda soru sorduk ama bir cevap alamadım. Sınıfın temizliği,
düzeni hakkında el birliği ile bir şeyler yapabileceğimizi, sınıf düzeninin
çocuklar içinde iyi olabileceğini söyleyecek, el birliği ile hareket edelim diyecektim.
Herkes kendi derdine düştüğü için sustum.
Eve geldim çok konuştuğumu düşünüp sinir oldum . Boş
ver dedim öğretmen ne derse desin kapa çeneni ne konuşuyorsun, düşük çeneli
kadın dedim kendime.
Sonraaaaaaaa kendi kendime her şeyi çok sorgulama, bırak
akıp gitsin hayat. Sen ne olmaya çalış nede oldurmaya olduğu gibi kabul et.
Seni oldurmaya çalışanların değil olgunlaşmanı sağlayanların yanında dur diye geçirdim
içimden…
Bundan sonra susmaya, suskunluklarımla yaşamaya, sadece kendimi ezdirmeme kararı verdim.
Pışt Püskül bu günler böyle geçti.
Belki bir sonbahar sabahı, bahçemdeki sebzelerimin otlarını temizleyip,
bir kaç turp, soğan ve marul, ıspanak toplayıp, bahçemin önündeki sedire oturup
dinlenirim. İçeri girer Cemo’nun uyandığını ve kahvaltıyı hazırlamış olduğunu
görür, sevinir, ona bir öpücük kondururum.
Belki kış sabahı bahçedeki odunları kucağıma alıp, şöminenin
kenarına bırakır. Kümesten aldığım yumurtalarla, Cimcime ve Cemoya güzel bir
omlet yapar onları uyandırırım. Sonrasında diz boyu olmuş karda, dışarı çıkar kocaman
bir kardan adam yaparız, karda izlerimizi bırakır, kartopu oynayıp sıcacık
evimize gireriz.
Belki bir bahar sabahı erkenden uyanır, dışarıya çıkar günün
aydınlanmasını seyrederiz. Sonra eve gelir bahçede ne yapacağımız planlar,
tavuklarımızı besleriz. Öğlene yapacağım gözlemenin hamurunu hazırlar, içi için
sağdığım sütten yaptığım lor peynirinin tadına bakarız. Cemo yanağıma bir
öpücük kondurur ve hep yaptığı gibi beni sevdiğini fısıldar kulağıma…
Belki bir yaz sabahı erkenden uyanır bahçedeki tahta masada
kahvaltı ederiz, yaptığım reçeller, peynirler, ekmekler olur sofrada, yoldan
geçen komşuyu çağırırız oda gelir sohbet ederiz, yemek sonrası kahveleri yapar sohbete
devam ederiz. Akşamüstü serinliğinde tarlaya armut toplamaya gideriz. Bahçedeki
dut ağacına yaslanır, dinleniriz…
Belki bunlar olacak belki de olmayacak ama benim dileklerim
bu yönde… Ayaklarımın toprağa deyip çatladığı, Cemo’nun yanımda olduğu, Cimcime’nin
mutlu ve özgür olduğu bir hayat istiyorum.
Cemo’nun prostat belirtileri ile gece sık tuvalete çıktığı,
benim menopoz ateşimin gece uyutmadığı, Cimcimenin artık yalnız bir birey
olarak hayata adım atmadığı günlerde olmasa çok daha iyi olur.
Kim bilir belki de bir gün her şeyi bırakır gideriz. Belki de
dediklerimiz gerçek olur. Belkiler şimdiler olur…
Sevgili blog okuru şimdi burada isen büyük ihtimalle çocuğunu,
yeğenini, komşu kızını belkide kendini bir tiyatroya götürme peşindesin . planların
var ama oyun nasıldır diye soruyorsundur kendine böyle bir soru peşinde
değilsen bile ne işin var burada bilmiyorum ama hoş gelmişsin , başımın üstünde
yerin var .
Cümleler bazen buraya kadar nasıl geliyor, nasıl oluşuyorlar
merak ediyorum ama onları buraya getiren sıraya dizen benim…
İçimden geldi madem gittik gördük başka görmek
isteyenlerinde işine yarasın diye birkaç not bırakayım dedim. Sabahtan beri
niyetlendiğim halde bir türlü yazamadım bir ara vazgeçer gibi oldum ama şimdi
parmaklarım klavye tuşlarının üzerinde…
Yer: Büyükşehir Tiyatroları Reşat Nuri Sahnesi
Oyun : Pırtlatan Bal
Yazan : Aziz Nesin
Fiyatı :3 TL
Oyun canlı müzikle yapılıyor. Oyuncular çok kaliteli ve
çocukları acayip heyecanlandırıyorlar. Bir yetişkin olarak davula tempo tutup,
kıvırmamak için kendimi zor tuttum. Salon doluydu ve bu beni daha çok
heyecanlandırdı.
Oyundaki yaşlı ninenin torunu için almak istediği balı
alamayınca bu baldan yiyenler pırt pırtlasın diyordu. Vali ye kadar pırtlama olayı
zincirleme olmuştu. Bana göre bir insanın hakkını yiyen kişinin acı acı yediği
hakkı pırtlacağını düşündüm. Aziz Nesin farkı diyelim.
Cimcime 8 yaşında , o ve arkadaşı oyunu çok beğendi ,
eğlendiler .Gitmek isteyen herkese tavsiye ederim .
Bu yazı burada bu kelimelerle bitiyor pırt pırt pırtlayanlardan olmayın !
|
alıntı |
Çocukluğumun en net hatırladığım sahnesi dedemin annesinin,
namı diyar koca ninemin etrafında toplanıp hikâyeler dinlediğimiz zamandır.koca
ninem bize öyle güzel masallar anlatırdı ki ballandır ballandıra abarta abarta
biz sanki o anı yaşardık. Kurtuluş savaşının hatırlayan bir kadındı ama anne ve
babasını kaybetmeden önce dinlediği hikâyelere ya da onu evlat edinen ailenin
anlattığı hikâyeleri anlatırdı bize.
Köyümüz iki mahalle ye ayrılıyor daha önce kömür ocağı
olduğu için yerleşim yeri ikiye bölünmüş yukarı mahalle ile aşağı mahalle
arasında 1 km var. Cami, okul gibi merkezi birimler yukarı mahallede.
Yukarı mahalleden aşağı mahalleye giderken kısa ağaçlık ve
tarlalarla çevrili bir yol var ve bu yolun sağ kenarında bir kuyu var. İşte bu
kuyu ile ilgili bir hikâye anlatmıştı koca ninem bize.
Savaş zamanında hasırlara sarılıp kapıların arkasına
saklandıkları zamanlarda bir kadın düşman askerlerinden koşarak kaçıyormuş,
düşman askerleri arkasında, kadın, kucağında bebeği ile önlerinde kaçmaya
çalışıyormuş tam düşmanlar kadını yakalayacakları sırada kadın kucağındaki
bebeği kuyuyu atmış sonrasını hatırlamıyorum.
O anne bebeğini neden kuyuya atmıştı, kendini feda edip,
bebeğini kurtarmak mı istiyordu, yoksa bebeği düşmanın eline geçeceğine kendi mi
kıymak istemişti, hiçbir zaman anlam veremedim. Anladım ki o kuyunun yanına
yanaşmamız bizim için tehlikeli idi…
Şimdi, bir anne var, yıllar sonra, her sohbette 15 yaşında
oğlunu kaybettiğinden bahsedecek. Kaybının hissettirdiğini her defasında tekrar
yaşayacak, daha dün gibi deyip hiçbir ayrıntısını unutmayacak.
Şimdi bir anne var soracaklar ona “Oğlun neden öldü? “ Ekmek
almaya gönderdiğim, ellerim kırılsın ben gideydim ben kurban olaydım diyecek ve
en acısını söyleyecek benim yaşadığım, vatandaşı olduğum devletin polisi yine
bir ananın evladı tarafından vuruldu.
Kimsenin sesi çıkmayacak, söyleyecek cümle bulamayacak.
Çünkü söyleyecek bir şey yok. Ekmek almaya gönderdiğine, her defasında binlerce
kez pişman olduğu, oğlundan haber alamadığında hissettiği acıyı, yaşadığı
devletin hastanesinin yoğun bakımında olduğunu öğrendiğinde daha da
perçinleştirdiğinde hissettiği acıyı tarif edecek ne bir cümle var nede bir
yakarış…
Kimileri ne işi vardı orda diyecekler, kimileri ise olan
olmuş Allah affetsin, mekânı cennet olsun, şehit oldu ne güzel diyecekler.
Evladın ölümünün güzeli olur mu?
Annesi onu kuyuya atmadı, ekmek almaya gönderdi ve gitti gelmedi.
269 gün gelmesini bekledi ve şimdi bir daha gelmeyeceğini öğrendi…
Bizde kara kuyulara, dipsiz kuyulara bir daha
girilmeyeceğini öğrendik. Nasıl mı hakkımızı hukukumuzu istemenin suç, ölüm
getirdiğini, istemesekte yanlışlıkla bu ülkede nice evlatların
kaybedilebileceğini öğrendik.
Birkaç gün anacağız, birkaç gün yazacağız sonra unutup gideceğiz.
O anne bu acıyı asla unutmayacak. Her zaman olduğu gibi devlet yetkilileri
yıllar sonra onu hatırlayacak, hakkını bir plaketle ödeyecek, bir sokağa ismini
verecek, annesini yılın annesi seçecek ama o geri gelmeyecek.
Bile bile birilerinin verdiği emirler üstüne öldü bu evlat,
acıyı hafiflemeyecek….
|
ALINTI |
Birkaç gün önce bir bey gelip, eşinin hamile olduğunu,
muayene ettirmek istediğini, muayene edebilecek bir doktorun olup olmadığını sordu.
Bende doktorun olduğunu, çalışma saatlerini ve ücretini söyledim gitti. Bir iki
saat sonra eşiyle geldiler. Eşinin kaydını yaparken kadının sorduğu ilk soru
cinsiyetini öğrenip öğrenemeyeceği idi. bende 4 aylık gebelikte cinsiyetin
belli olabildiği söyledim, beş aylık hamile olduğunu, merak ettiğini söyledi. Kayıt
işlemlerini bitirdikten sonra muayene odasına aldım. Muayeneden önce beyefendi
çıktı ve ablacım çok sağ ol, bebek erkekmiş dedi. Ben hayırlı olsun dedikten
sonra “zaten kız olsaydı memlekete gönderecektim ”dedi. Dilim tutuldu bir şey diyemedim.
Erkek olup olmadığı çok önemliydi, sağlıklı olması değil yani…
Toplumumuzda genel kanı böyle önce erkek evlat olmalı sonra
ise kız olmalı. Çift olursa bir kız bir erkek daha şanslı olduklarını düşünen
eşler var. Klinikte bu tip olaylarla sık sık karşılaşıyoruz. Erkek bebek doğana
kadar, 4,5,6,7 kız bebek dünyaya getiren birçok kadın tanıyorum. Erkek bebek olmamasının
sebebini eşinin, oğlunun, damadının “Y” kromozomuyla ilişkilendiremeyen, kadınlar,
anneler, kayınvalideler gördüm.
Ben ise kız ve erkek evlat arasında ki ayırımı, küçük erkek
kardeşimin daha annemin sağlık problemi nedeniyle doğmak zorunda olmadığı günlerde
öğrendim. Babamın kırmızı burunlu bir BMC kamyonu vardı. Ön panelinin üst, orta
kısmına sarı, gölgeli bir boya ve el yazısı ile büyük erkek kardeşimin, ismini yazdırmıştı.
O zaman erkek çocuklarını kız çocuklardan önde görüldüğünü öğrenmiştim. Niye
benimkini yazdırmadılar diye de gücenmiştim. Babam ikinci bir kırmızı burunlu
kamyon aldığında benim adımı yazdıracağını söyledi, bende inandım. Babam
kamyonları sattı, sonrasında bir daha kırmızı burunlu kamyon almadı.
Babamın kırmızı burunlu araba alacağı günler geçti, 31
yaşımın merdivenlerini çıkıyorum.
Büyüklerin kız çocuk okumasa da olur söylemlerine karşı, o
zamanın ve şimdinin çevresine göre en azından liseye kadar kız çocuğunu okutmuş,
sonrasında kız çocuk madenci mi olur diyerek üniversiteye göndermemiş bir
babanın kız evladıyım.
Kafasına gerçek hayat donk edene kadar, totosunu kırıp, eşek
gibi ders çalışıp üniversiteyi okuyamamış, şimdilerde keşke üniversite
sıralarının kokusunu alsaydım diyen, iç geçiren bir kadınım.
Her gün bir şeyleri eksik yaptığını, yetersiz bir anne olduğunu,
sıcak kekler, kurabiyeler, pudingler yaparak çocuğunu evde beklemek isteyen,
yetersiz annelik içgüdüsünün gün gün arttığı, çalışan anneyim.
Şimdilerde hayatını kolaylaştırmak için değil, paylaşmak için
sevip evlendiğini düşünen bir eşim var ve ben onun diğer yarısıyım, kadınıyım.
Çocuğum hasta olduğunda izin alabileceğim bir işim olması
için dua eden bir çalışan kadınım.
Kadınlar günü kutlu olsun, bundan sonra kadınlar hayatlarını
kolaylaştırmak, sadece üremek için evlenen erkek çocuklar büyütmesinler.
Bu akşam eve gidip, yemekten sonra kapıları mı silsem,
ortalığımı süpürsem yoksa elbise dolabını mı yerleştirsem diye düşünüyorum.